2 Mart 2009 Pazartesi

Oradan, buradan, havadan, sudan - 15


Çok ihmal ettim bloglarımı. Biliyorum...

Çok yorgunum, ölüyorum. Ama ölsem de en azından bu yazıyı yazmalıyım.

Son bir aydır çok yoruldum. Her anlamda.

Aslında yaptıklarımdan bir sürü yazı çıkardı, şu bizim film işlerinden tut da yüzleşmelere kadar. Ama onları sonra yaparım.

Kısaca özetlersek: Öncelikle film işleriyle ilgili epey bir yoğunluk vardı. Bakanlığa projeleri yetiştirme telaşındaydık. Üç proje teslim edilecekti, bunların biri şirketin büyük projesi, diğerleri de benim ve Zeynep’in senaryo diyalog geliştirme başvuruları. Toplantı, toplantı, çalışma, yaz, çiz, boz, yap, dramaturji, teknik vs derken son dakikada projeler teslim edildi ve herkes rahat bir nefes aldı.

Nefes aldık almasına da, durmadık. Çalışma aynı hızla devam etmek zorunda. Bu hafta projelerin masaya yatırılıp çalışmaların devam etmesi süreci başlayacak.

Neyse, ben teslimat sonrası hemen kendime bir hafta süre verdim. (O süre 1 Mart itibariyle bitti.) Bu sürede nefes alacaktım. İki tane İstanbul turu çıktı. İyi geldi her anlamda. Neyi istediğimi görmek, neyi nasıl yapmak gerektiği konusunda radikal kararlar almak hatta daha da ötesinde şöyle biraz olaylara dışarıdan bakıp değerlendirmek için gayet de iyi oldu.

1 Mart itibariyle önümde Mayıs ayına kadar kendime tanıdığım bir vakit var. Zeynep’le birlikte bir belgesel için hazırlıkları tamamlamamız gereken süreç bu.

Tam da nefes alma iznine çıktığım hafta karşıma bir olay çıktı. Bizim büyük proje herşey istediğimiz ve hesapladığımız gibi giderse start alacak ama şayet çalışma takviminde bizi aşan bazı nedenlerden dolayı bir sarkma yaşanırsa, boş durmayacak ve benim kendi projemi devreye alacaktık.

Çok heyecanlandım. İsmini ‘Son Vapur’ koyduğum (ismi Zeynep buldu) bu proje aslında 1995’ten beri kafamda planladığım, şekillendirdiğim bir işti. Geçen seneye kadar da ne olacağı belli değildi. Ama 2007’deki beklenmedik gelişmeler ve geçen yıl aldığım bir kararla proje yeni şeklini aldı, bir senaryo formatına girdi.

Ben projemi birkaç yıl bekletme düşüncesindeydim ama şimdilerde öyle düşünmüyorum. Herşey olacağına varıyor. Eğer şimdi olacaksa şimdi olacaktır diyorum ve şöyle düşünüyorum: Durum öyle veya böyle, ne olursa olsun bu senaryo Mayıs ayına kadar hazır olmak durumunda.

Çekim öne alınırsa kimse hata yapma riskine girmek istemeyeceği için, bu haftadan itibaren çok ciddi toplantılar, görüşmeler ve müthiş bir koşuşturmaca ile çalışma temposu beni bekliyor demektir.

Yaparım... Sorun değil. Şu yorgunluğun bile öyle güzel bir tadı var ki...

Bu son hafta garip duygular içindeydim. Uzun zamandır gitmediğim gidemediğim Kumkapı’da çok ağır bir acı, sancı hissi beni kapladı. Nedenini biliyorum, Hrant’ın cenazesinin kalktığı kilisenin yakınındaydım ve o kadar ağır bir enerji ve acı kaplıyordu ki etrafımı... Benim için ölmemiş bir insan için böyle hissetmek çok büyük bir travma gibi...

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Yedikule Zeytinburnu arası oldum olası, senelerdir nedense hep ezer içimi, ruhumu... Kaç kere geçtim bu son hafta oradan. İçimi kanırttı garip bir duygu... Nedenini biliyorum, Hrant’ı toprağa verdiğimiz yer... Demek ki, yıllar yılı hep bu acının ön dalgalarıymış içimi kemiren.

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Taksim’de salıyorum grubu ve İstiklâl Caddesi’ndeki yüzlerce insandan biri olmak için kalabalığın arasına karışıyorum. Ama nerede? Gelip ok beni buluyor. O kalabalığın içinde kalbime küt diye saplanıyor. Ölüyorum sanıyorum. Sancının üstüne gitme kararı beni İstiklâl (Arkadaş) Kitapevi’ne getiriyor.

Kapıdan girer girmez müzik bölümündeki tanıdık ‘arkadaş’ yüz, hal hatır sorduktan sonra nerelerdeydin diye sitem eder gibi bakıyor suratıma. Aslında geçenlerde uğradığımda da o yoktu. Bir an düşünüyor ve ‘Arto ve Yaşar Kurt albümü geldi’ diyor. Daha yeni gelmiş. Kaç zamandır bekliyorum. Hatırladığına seviniyorum, Arto’nun Ara Dinkjian ile yaptığı ‘Tears of Dignity’ albümü de Türkiye’de çıkmış, uzatıyor. İkisini de alıyorum.

Kitap bölümüne gidiyorum. Hayda, gene aradığım kitapları başka yere koymuşlar. Kasaya gidip her daim görmeye alışık olduğum ‘arkadaş’ yüzlere: ‘Şu kitapları başka yere koymasanıza, bulamıyorum’ diyorum. Her sefer aynı lafı duymaktan bıkmayan ‘arkadaş’ bana başka bir ‘arkadaş’ı gösterip ‘o bulur şimdi’ diyor. Yüzündeki dost ve tanıdık gülümsemeyle ‘arkadaş’ aradığım kitabı soruyor. ‘Taner Akçam’ın yeni kitabı... Geçen hafta burada duruyordu bir sürü’ diyorum. Gülümseyen ‘arkadaş' yürüyor, ben de peşinde. Dev cüsseli ‘Tehcir ve Taktil’ Divan-ı Harb-i Örf-î Zabıtları İttihad ve Terakki’nin Yargılanması 1919-1922 isimli kitabı bulup ‘ben de okuyorum, çok iyi bir kitap’ diyor. Gene Taner Akçam’ın ‘Ermeni Meselesi Hallolunmuştur’ Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar isimli kitabını uzatıyor. ‘Bunu da oku!’ diyor. Alıyorum ikisini de. Taner Akçam’ın başka bir kitabına uzatıyor elini. İçim burkuluyor. ‘O var bende, Hrant hediye etmişti’ diyorum. Sesim alçalıyor, ‘hem de imzalı’... Buruk gülümsüyor ve sanırım bir anda buruklaşan ve acı dolan havayı dağıtmak için ‘Taner Akçam mı imzaladı?’ diye soruyor. ‘Hayır, Hrant’ diyorum. Buruk gülümsüyor ve hemen burnuma bir başka kitap uzatıyor: Dilek Güven’in 6-7 Eylül Olayları isimli kitabı. ‘İyi mi?’ diye soruyorum. ‘Çok iyi’ diyor. Kitapları alıp müzik reyonuna yöneliyorum. CD’leri bana uzatan arkadaşa Arto’nun cd’sindeki son parçayı çalmasını rica ediyorum. Hemen bilgisayardaki kayıttan basıyor ‘Nefrete Kine Karşı’ isimli şarkıya, sesi açıyor.

Dükkân ve sokak inliyor Arto’nun sesiyle: ‘Bizler Hrant’larız, bizler insanlarız. Nefrete kinlere karşı olanlarız...’ İçim eziliyor.

Şarkıyı sonuna kadar dinleyip parayı ödüyorum ve çıkıyorum. Sersem gibiyim. Biraz vaktim var. Pia’da (Sarı Kahve) bir kahve molası kararı alıyorum. Uzun zamandır uğramamıştım. Kahvemi içiyorum, senaryom için notlar alıyorum. İyi geliyor. Çıkıyorum. Kulaklıkları takıyorum...

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Biraz daha vakit var. Bakırköy Galleria’da bir mola verebiliriz. Bakırköy sokaklarını ve Galleria’yı gösteriyorum turistlere. Ben kendimi sokaklara onlar da Galleria’ya atıyoruz. Yürüyorum ağır ağır. Bakırköy’de benim yazıya dökemeyeceğim bir enerji vardır. Onu hissediyorum gene... İstanbul caddesine doğru ağır ağır yürüyorum. Dadyan okulu ve Surp Astvadzadzin kilisesinin önünden geçiyorum.

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Beyaz Adam Kitapevi karşımda duruyor. Öksüz çocuklar gibi bakıyor... Bir hüzün hissi içimde. Derin bir nefes alıp yolun karşısına geçip yan kapıdan içeri giriyorum.

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Bana her zaman kocaman görünen kitapevi her nedense minnacık geliyor gözüme. Olduğu yerde büzülüp kalmış bir çocuk gibi, küçücük, yalnız ve çaresiz. Derin bir nefes alıp üst kata çıkıyorum. Tanıdık dost yüz içimi burkuyor... Ne kadar da benziyorlar birbirlerine... Offf... Neyse beni görmeden biraz etrafa bakınayım... Kitapların arasında dolaşıyorum...

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Bulamıyorum aradıklarımı. Kasaya yöneliyorum. Kasanın karşısındaki raflara laf olsun diye göz atıyorum ve Hrant’ın ‘iki Yakın Halk, İki Uzak Komşu’ isimli kitabını görüyorum. Yapayalnız öylece tek başına duruyor orada. Alıp göğsüme bastırıp seve okşaya kasaya gidiyorum. Tanıdık dost yüz beni görünce tanıyor ve ne diyeceğini bilemiyor belki, bir an için duraksıyor ve sonra yüzünü kaplayan hüzüne rağmen gülümsemeye çalışıyor. Kitabı uzatıyorum: ‘Bunu sarar mısınız? Hediye olacak...’ diyorum. Kitap hemen paketlenmeye gidiyor. Karin Karakaşlı’nın Cumba ve Ayfer Tunç’un Bir Deliler Evi’nin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi isimli kitapları alıp parayı ödeyip çıkarken, tanıdık dost yüz ve ben birbirimizi anlayan bir bakışla acı acı gülümsüyoruz. Çıkıyorum Beyaz Adam’dan... Bir AGOS gazetesi alıp geldiğim yolu yürüyerek geri dönüyorum.

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Eve dönüş yolunda Karin’in kitabını biraz inceliyorum. Bildiğim yazılar ama hepsini okumak istiyorum. Aklıma eski günler geliyor. Karin'in ne kadar işi olursa olsun, gazeteye uğradığım zaman beni mutlaka odasına buyur edişi, kısa da olsa bir sohbeti asla çok görmeyişi, genelde de mutlaka gülecek bir şeyler buluşumuz, Hrant’ın ‘Karakaşlııııııı!’ diye seslenişi geliyor aklıma...

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Bu yazıyı yazıyorum ama bu arada iki kez mimlendiğimi biliyorum. Teşekkür ederim ve derhal cevaplayacağım... Ayrıca evet evet biliyorum, Bozkırdaki Otobüs yazım yazılıp konacak vitrine... Yazı hazır da, buraya getirilmesi gerekiyor...

Şu anda hâlâ aynı şeyi yapıyorum:
Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails