22 Kasım 2009 Pazar

Kum Fırtınası

Düşüncelerim rüzgâr olsa, üflesem ta uzaklara…


Gözlerimi kapatıyorum. Gene o bozkır, gene o otobüs. Ayağımı basmadan üstünden kayıp gittiğim toprak gibi akıp giden zaman içimi acıtıyor. Sapsarı bir ışık gözümü alıyor. Camdan dışarı bakıyorum.

Düşüncelerim rüzgâr olsa, üflesem ta uzaklara…

Evet, bu sefer düşünüp düşünüp susmayacağım… Haykıracağım, bağıracağım, konuşacağım, söyleyeceğim…

Gözüme kaçan şey ne? Bir kum tanesi mi bu? Bir, beş, on… Onlarca, yüzlerce…

Şaşkın bakıyorum kalakalmış öylece. Bozkırda kum…

Gözlerimi kapatıyorum. Yüzüme çarpan her tane canımı yakıyor.

Kahverengi bir dans sarı şehri kendi rengine boyuyor birden… Günlerce çıkmayacak, yapışacak bir renge… Kahverengi.

Sarı şehir kahverengi, evler, damlar kahverengi, dağ, taş kahverengi, kaldırımlar, sokaklar kahverengi, insanların yüzleri bile…

Sıcak vuruyor yüzüme kum taneleriyle birlikte. Yüzümü yakan sıcak mı, rüzgâr mı, kum taneleri mi?

Kara buran gibi ese ese geliyor karşıdan. Dimdik duruyorum sarı şehrin tepelerinde bir yerlerde.

Ben buraya ne zaman geldim? Bozkır nerede?

Ovaya bakıyorum. Dimdik duruyorum.

Döne döne kalkıyor yerden sarı sıcak kumlar. Yüzüme vuruyor rüzgârın sıcak nefesi.

Kara buran üstüme geliyor. Sallıyor, sarsıyor beni. İçim ürperiyor…

Düşüncelerim sarıyor etrafımı, rüzgârın önüne katıp getirdiği kumlar gibi dolanıyorlar etrafımda.

Nefesim yetmez korkarım. Ciğerlerim patlayana kadar üflüyorum. Düşüncelerim rüzgâr oluyor.

Kara buran kumlarla birlikte boşluğa savuruyor beni, önüne katıyor. Katran karası saçlarının bir teline tutunuyorum gecenin karanlığında.

Gözlerin kapalı…

Düşüncelerim rüzgâr oluyor, gelip başını okşuyor.

Otobüsten inenler öğretti bana rüzgâr olup dokunmayı.

Kara buran hâlâ savuruyor beni, bense saçının bir teline tutunmuş… Yüzünü okşuyor rüzgâr, eline değiyor, elini okşuyor…

Ürperiyorsun… Belki üşüyorsun.

Bir Mezopotamya gecesinde, başka bir şehirde…

4 Kasım 2009 Çarşamba

Saydam


Susan Miller okumadan evden çıkmayanlardan mısınız?

Her şeyi bir sebeple erteleyenlerden misiniz?

Mutlu olmak isteyip nasıl olacağını bilmeyenlerden misiniz?

Bir adım atarsanız tüm hayatınızın yörüngesinden çıkıp bambaşka bir yörüngeye gireceğini, her şeyin darmadağın olacağını düşünenlerden misiniz?

Bir şeyleri yapıp yapıp sonra da neden yaptım diye kendisine kızanlardan mısınız?

Bir ay boyunca bir elektronik postayı yarın yollarım diye düşünüp yollamayanlardan mısınız?

Güzel ve iyi bir şeylerin üstünüze üstünüze geldiğini hissedip bir yandan umutlanıp mutlu olurken, öte yandan gelecek olan bu her ne ise ondan korkanlardan mısınız?

Bu böyle uzar gider…

Şimdi ne düşündüğünüzü biliyorum. “Nükhet gene kendi ruh hallerini yazmış” diyorsunuz içinizden.

Yok, pek sayılmaz… Örneğin, Susan Miller okumadan evden çıkmayanlardan değilim. Susan Miller’i ay başında şöyle bir okur ve kenara koyarım. Sonuçta ben de astrolojik haritalar çıkartmayı ve yorumlamayı bilirim.

Her şeyi bir sebeple erteleyenlerden de değilim. Ertelediğim çok şey olmuştur hayatta ama ertelememeyi öğrendim. Artık istediğim ve beni mutlu edecek şeyleri ertelemiyorum. En azından ertelememeye çalışıyorum.

Mutlu olmak isteyip nasıl olacağını bilmeyenlerden de değilim galiba. Ben aslında her dakika mutlu olunmayacağına ama her an mutsuz da olunmayacağına inananlardanım. Mutluluk kavramı üzerine de tartışmayacak kadar yaşadım ve gördüm. Herhangi bir sebeple mutlu olunabilir ve mutluluk o kadar çok şekle girebilir ki… Belki şu olabilir, birkaç farklı mutluluk şekli üstünüze doğru gelince, hangisini tatmak istediğinizi, hangisini yaşamak istediğinizi bilemiyor olabilirsiniz.

Atacağım bir adımın hayatımın yörüngesini değiştireceğini beni alt üst edeceğini asla düşünmedim. Ben macerayı seven ve yarın sıfırdan bambaşka bir hayata başlayabilecek cesarete sahip bir insanım. Hep öyle oldum. Sanırım bundan böyle de değişmem. Ayrıca ben zaten durağan, hep aynı yönde ilerleyen bir hayatı sevemem ki. Sıkılırım. Kısır döngü misali, aynı yörünge üzerinde Rufai dervişleri gibi, dön baba dönelim. Nereye kadar?

Bir şeyleri yapıp yapıp sonra da kendime kızmam. İyi ya da kötü bir şeyler öğreniyor insan. En azından kendime kızmamayı öğrendim ama b
ir ay boyunca bir elektronik postayı yarın yollarım diye düşünüp yollamayanlardanım. Evet. Ne yazık ki öyleyim… Ama bu yazıyı siz okuduğunuzda en azından bunlardan biri gitmesi gereken yere gitmiş olacak. Sanırım böyle yapmamın nedeni de elektronik posta yerine ulaştıktan sonra olacakları biliyor olmam ve yaşayacaklarımı ileriye atıp daha sonra tadını çıkartmak derdinde olmam olabilir (mi?) ya da belki hazır olmadığım ve yükümlülüğünü almak istemediğim bir şeylerin yaşanacak olacağını bilmekten kaynaklanan bir serseri tavır. İleri bir tarihe bırak, zamanı gelince yaparım safsataları. Ama belki de öyledir. Zamanı gelmemiştir, o nedenle yollanmamıştır. (Bahanelerim de hazırmış!)

Güzel şeylerin üstüme üstüme geldiğini hissederim, hatta görürüm; evet, bir yandan umutlanıp mutlu olurum, hatta içim kıpır kıpır olur, öte yandan da gelecek olan her ne ise işte ondan korkarım. Evet, korkarım ama mazoşist bir tavır gibi de gelse bu size, aslında bir düşünün siz de böyle değil misiniz?

Neden yazdım bunları? Bilmem, öylesine, içimden geldi, içimi dökmek istedim.

O elektronik posta da biraz sonra gönder tuşuna basılarak başka bir kıtada ulaşması gereken yere ve kişiye ulaşacak. Ne olacaksa olsun!

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails