Hoş Detaylar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hoş Detaylar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Temmuz 2015 Çarşamba

Neşeli Bir Stüdyo Günü

Yepyeni bir projenin ilk adımlarını atıyoruz.

İki "yol arkadaşı", Dolunay Obruk ve ben kafa kafaya verdik ve birlikte bir yenilik yapma kararı aldık.




Dolunay benim çok sevdiğim bir arkadaşım, çok iyi bir müzisyen, besteci ve yorumcu. Tabii başka işler de yapıyor ama bizim projede ortaya çıkaracağı kimliği müzisyen kimliği.

Dolunay "Sarayın Dehlizlerinde" romanımın kapak tasarımını da yapmıştı. İstediğim çok basit bir şeydi aslında benim için. Pargalı İbrahim Paşa, sarayının dehlizlerinde yeşil kaftanını savura savura yürüyor ve kapakta arkadan görünüyor. Dehlizlerin taş duvarlarında sağlı sollu meşaleler yanıyor ve her şeyden önemlisi, kapağa bakanı içine çekiyor duygusu olsun istedim.


Uzun süre istediğim gibi bir tasarım gelmedi. Tam ümitsizliğe kapılmışken Dolunay bana kapak tasarımını yapma teklifiyle geldi.


Kitabı okumamıştı. Yukarıda anlattığım kadarıyla en fazla 3 cümlelik bir mail ile derdimi anlattım. Birkaç gün sonra tam da istediğim tasarım geldi. Yayıncım da ben de rahat bir nefes aldık.




2014 Ekim ayında Asmalımescit Yakup2'de hoş bir lansmanla çıktı kitap. Aynı ay Dolunay'ın "Yalnızca" isimli albümü de piyasaya çıkmıştı.



Kasım ayındaki meşhur Kitap Fuarı'nda yayınevim E Yayınları'nın standının duvarlarından birini Dolunay'ın tasarımı poster süslüyordu.



Günler günleri, aylar ayları kovalarken biz karşılıklı olarak sosyal medyada birbirimizin ürünlerini de paylaşmaya başladık. Çünkü garip bir paralellik vardı sanki iki üründe.

Geçtiğimiz günlerde Dolunay bana "Yalnızca" albümündeki şarkılarını hangi duygularla yazdığını, o şarkıların neler anlattığını bir de kendi açısından anlatınca, albümün "Sarayın Dehlizlerinde" ile neredeyse birebir örtüştüğünü fark ettik.




Gerisi kendiliğinden geldi. Haydi dedik, bir şeyler yapalım... Bu kitabı ve albümü bir araya getirip bir şeyler yapalım.



Kitap okurken müzik dinlemek, müzik dinlerken kitap okumak, bir insana verilecek en güzel hediye kitap ve müzik albümü gibi düşünceler kafamızda uçuşurken bazı etkinlikler yapma kararı verdik. Stüdyoda bir kayıt yapalım, bir tanıtım çalışması, ön hazırlık yapalım, bakalım ne çıkar derken kendimizi stüdyoda bulduk.

İnanılmaz neşeli, eğlenceli ve keyifli bir gün geçirdik stüdyoda. Hem çalıştık, hem eğlendik ve gördük ki, hakikaten ortak yönleri olan bu kitap ve albümle çok hoş bir yola çıkabiliriz.




Bugün yaptığımız tanıtım çekimi görücüye çıktı, beğenildi ve projemiz hayata geçmek üzere gün sayıyor...



Çok neşeli, eğlenceli, sıra dışı, keyifli etkinliklerle geliyoruz... Pek yakında...


Takipte kalın... 

12 Aralık 2014 Cuma

Karışık Duygular...



Kasım ayındaki Kitap Fuarı’nda Türkiye’deki kitap ve okumakla ilişkili konuların ardındaki gerçekleri biraz daha net görmüş biri olarak ve bir önceki yazımda da yazdığım gibi: “Kitap okuma oranının yerlerde süründüğü bir ülkede yazarlık yapıyorum. Turizmden anlamayan, gezgin olmayı bilmeyenlerin çoğunlukta olduğu bir ülkede turizm yapıyorum, rehberlik yapıyorum… Benim masalım bu mu? Bu masalı ben mi yazıyorum?” diye geçirirken aklımdan neler oldu neler…

“Mardin/Güneş Ülkesi” kitabım Almanların istanbul’daki büyük araştırma enstitüsü Orient-Institut Istanbul’un kütüphanesine, dünyanın sayılı üniversitelerinden ABD’de Harvard, Princeton ve Kanada’da McGill’in kütüphanelerine ve yine ABD’de Congress Library’ye kabul edildiler.

Ben tam da böyle söylenirken bunların olması iyiye işaretti tabii. Sorgulanamaz bile. Dile kolay Harvard, Princeton, McGill… İlk çocuğum üniversiteli olmuştu.

Hemen ardından başka bir güzel haber geldi. “Mardin/Güneş Ülkesi” bu sefer de SKALİTE Ödülünü kazanmıştı.

Bu ödül SKAL Istanbul tarafından turizm sektöründe kalite çıtasını yükseltmeyi hedefleyen kişi, kurum ve kuruluşları ödüllendirmek için veriliyor yıllardır. Prestijli ve önemli bir ödül.

“Mardin/Güneş Ülkesi” de 17. SKALİTE Turizmde Kalite Ödülleri kapsamında, İletişim/Tanıtım kategorisinde En İyi Turizm Yayını Ödülüne lâyık görülmüştü.



10 Aralık’ta tören salonunda sahneye çağırıldığımda gözümün önünden geçenler ilginçti. Onca yıl hayal ettiğim gerçekleşmişti, sıra dışı bir rehber kitap yazmıştım, akademik ve sistematik olması konusunda başarılı olduğumu kabul edildiği kütüphaneler zaten gösteriyordu, 3. baskıya gittiği şu günlerde böyle bir ödül onun yolunu nereye çevirmişti acaba?



Hele hele Kitap Fuarı günlerinde bilmiş bilmiş “Sarayın Dehlizlerinde romanımın yolu ile ilgilenmem gerek. Onun için neler yapılabileceğine bakmam gerek. Mardin kitabımın yolu buraya kadar, o bir rehber kitap, daha fazla nereye gidebilir ki?” diye herkese ahkâm keserken, tak diye arka arkaya bunların olması ilginçti.

“Haydi bakalım, buna ne diyorsun şimdi?” demeye başladım bu sefer de kendi kendime. Evet, artık “Mardin/Güneş Ülkesi”nin hiç tahmin etmediğim ve bir o kadar da gurur duyduğum başarıları ardından nasıl bir yola gireceğini, ya da girdiğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Bu konuyla ilgilenmeyi ödül töreninin sonrasına bırakayım diyerek yapılması gereken bazı işleri de askıya alıp, ödül töreninin mutlu sarhoşluğundan ayılmaya çalışırken, 11 Aralık sabahı beni başka bir sürpriz bekliyordu.

Cumhuriyet Gazetesi’nin Kitap Eki’nde “Sarayın Dehlizlerinde” vardı bu hafta.




“Mardin/Güneş Ülkesi” de aynı yerde çıkmıştı. Gerçi böyle bir karşılaştırma ya da benzetme yapmak geçmedi o an aklımdan. O an gülümsedim, iki kitabım da birbirleriyle tatlı bir çekişme yaşıyorlar diye düşündüm. Aynen iki birbirini kıskanan kardeş gibi.

İkisi de benim göz bebeklerim… İkisinin de yolları açık olsun…


Ama benden söylemesi, kıskanacakları bir kardeşleri daha geliyor. Belki onlar kadar hızlı gelmeyecek ama geliyor, yolda… O arada onlar inşallah güzel yollar katederler…

19 Ağustos 2008 Salı

Hoş Detaylar - 1

Bazen bazı detaylar vardır... Aklımızın bir köşesine takılır... Önemlidirler aslında, ama zaman içinde unutulup gidebilirler. Aslında unutulmazlarsa belki de önemli bir şeyin alt yapısını bile oluşturabilirler, belki de bir şeyin özüdürler.

Böyle bir seri de başlatayım bakayım.

Öncelik Arto Tunçboyacıyan'la ilgili olan bir hikâye'nin...




Ece Temelkuran'ın kitabı 'Ağrı'nın Derinliği'nde enteresan bir hikâye var. (S48)


"Ben kendimi kendime ait hissediyorum" Arto Tunçboyacıyan, nihayet gün bitmeden rahat konuşabileceğim biri olduğunu düşünüyorum. Bu rahatlıkla, aslında İstanbul Ermenisi olan, hayatını İstanbul, Erivan ve ABD arasında geçiren Arto Tunçboyacıyan'la neredeyse dertleşiyoruz. O geniş geniş oturuyor ve orta yaşlı olmasına rağmen küskün bir çocuk gibi konuşuyor. Konuşurken kızıyor bazen, bazen sesi incelip üzülüyor:

"Ben buraya gelince Türk'üm, Türkiye'ye gidince Ermeni'yim. Burada da sevmezler beni pek. Adam oturmuş burada, tarihle ilgili politik pozisyon almış. Sen söylediklerinle pozisyonunu bozuyorsun. Rahatını kaçırıyorsun, sever mi hiç? 1915'te bir şey olmuş işte. Benim ailemden de bir sürü insan ölmüş. Ama şurada, hemen Erivan'ın dışında bir nükleer santral var. Patladı mı ne Ermeni kalır ne Türk. Hepimiz dünyalı olsak keşke. Allah kahretsin! Bu kadar şarkı yapıyoruz, bir türlü değişmiyor insanlar. Ben Ermeni olduğum için azınlığım, sen düşüncelerinden dolayı azınlıksın. Ne fark eder ki? 'İnsansan' azınlıksın zaten!"

Konserden önce, beyaz florasanın çiğ çiğ parladığı kuliste Tunçboyacıyan damarına basmışım gibi konuşuyor:

"Ben Anadolu'yu yaşamak istiyorum. Uçak yaparsın, füze yaparsın ama Anadolu gitti mi bir daha geri gelmez. Erivan'ın 150 kilometre dışında ev yaptırıyorum o yüzden. İzmir'e gittim olmadı, Erivan'da da yok o tat. Hiç değilse şehrin dışında biraz Sıvas soğuğu var. Anadolu kokusu."

Bir "dünyalı" onun Ararat'ı "nereden" gördüğünü merak ediyorum.

"Buraya ilk geldim, bir gece arkadaşımda kalıyorum. Baktım duvarda müthiş bir dağ resmi. 'Bu Ermeniler sanatçı adam,' dedim, 'Ne güzel çizmiş dağı.' Sabah kalktım ki resim değil, pencereden Ağrı görünüyor. O gün anladım, neden bu kadar çok o dağdan bahsediyorlar. Buradan şiir gibi görünüyor dağ. Ben askerliğimi Ağrı'da yaptım, o zaman anlamadım. Ama buradaki adam kendini o dağa ait hissediyor işte. Bu dünyada kendini o dağa ait hisseden bir tek millet var: Ermeniler. Şimdi soruyorum sana: Bir dağa kim daha çok sahiptir? Dağı elinde tutan mı, yoksa dünyanın neresine giderse gitsin kendini ona ait hisseden mi?"

Ararat'ın uzaktan görüntüsüyle bir dağa ait olduğunu hisseden bir halka "Donanma Bandosu" (Armenian Navy Band) ile deniz taşımaya çalışan Arto bütün bu karmaşadan yorulmuş olmalı ki sahneye çıktığında hiçbir dilde olmayan, kendi uydurduğu bir dilde şarkılar söylüyor...

Böyle devam ediyor yazı...


Şimdi şu fotoğrafa dikkatli bakın.




Arto Tunçboyacıyan ve Armenian Navy Band'ın 'How much is it yours?' adlı albümünün kapağının içi.
Sol tarafta Ağrı dağı, yani Ararat, sağda Arto Tunçboyacıyan. Sol taraftaki sizce de Arto'nun yukarıya aldığım yazıda anlattığı hikâyeden esinlenmiş bir görüntü olamaz mı? Hani tablo zannettiği ama aslında pencereden görünen Ararat? Ben adım kadar eminim. Bu o...
Bu beni nedendir bilmiyorum ama çok derinden etkiledi, paylaşmak ihtiyacı hissettim.
Bu arada, Ararat'ın Türkiye'den ve Ermenistan'dan görünüşü konusuna gelirsek... Gerçekten de öyle bu. Bir dağa 2 bin küsur metreden bakmak başka, 900 metreden bakmak başka. Erivan'da şansınız yaver gider ve hava güzel olursa inanın hayatınızda unutamayacağınız bir manzaraya şahit olursunuz. Ararat izin verir ve yüzünü gösterirse tabiî. Ne Ağrı'dan ne Iğdır'dan, nereden bakarsanız bakın aynı ihtişamı yakalayamazsınız...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails