Eski bir 14 Şubat yazım...
Gene eve kapandım. Ama bu sefer biraz daha tedbirli, belki de daha şanslı
olarak. Bu sefer İzmir’den “hangi uçak olursa olsun uçarım, yeter ki varayım İstanbul’a”
düşüncesiyle değil, sabahlara kadar havaalanlarında ve yollarda sürünerek değil,
evde camdan baka baka karşıladım karı.
Bu sefer de geçen sefer olduğu gibi karın geleceği saat bile belliydi. Ben
de yollarda, turlarda, yolculuklarda olmadığımdan, sakin sakin tüm hafta sonu
için alış verişimi tamamlayıp, arabamı evin önüne, aküsünün yeni ve dolu
olduğundan emin, antifrizi tam, silecekleri açık olarak park edip karşıladım
karı.
Paul Auster’in eşliğinde geldi kar. Kehanet Gecesi’ni okurken
bastırdı. Kar kitaba, kitap kara zevk kattı. Uykusuz gecelere, televizyonun
önünden New York’a uzanan uzun saatlerde Kıbrıs konusunda bundan sonra neler
olacak acaba diye düşünmelere, sabaha karşı kanepenin üstünde uyanmalara eşlik
etti kar.
Ben Tarabya’da kuzey rüzgârlarına açık, sanki Sibirya’da yaşıyor gibiyim.
Burada kar böyle yağdı mı mahsur kalınıyor. (Tamamen İstanbul şartlarından
bahsetmekteyim, yoksa Erzurum’un ya da Kars’ın kara kışını da bilirim.) Görüntü
kartpostal gibi... Bu sefer İstanbul insanı daha tedbirli. Bir önceki sefalet
yaşanmıyor sokaklarda. Ama Bursa – Balıkesir – İzmir yolları kapalı. İnsanlar
mahsur kalmış. 7000 köy yolu kapalı. Ankara – İstanbul arası tipi nedeniyle
otobüs seferleri iptal. Pek çok uçuş iptal. Deniz seferleri yapılamıyor vs vs.
Ama telefonlara engel yok. Hatta kablosuz telefonla camın önünde kar yağışını
seyrederken ulaşıveriyorum kar altındaki başka bir şehre. Telefonun ucundaki
şehir kara alışık bir şehir, orada öyle kar yağınca okullar falan tatil
olmuyor:
-
Nasıl hava orada?
-
Berbat...
-
Okullar tatil mi?
-
Yok canııııııııım...
-
Tabii, neden olsun ki? Siz kara alışıksınız. İstanbul’a
gelmiyorsun tabii.
-
Gelemiyorum. Havaalanı kapalı.
-
Hangisi?
-
Sizinki tabii ki...
-
Doğru ya. Bu bizim havaalanı da hep kapanıyor. Ne
yapacaksın Pazar günü?
-
Kardan adam.
-
Benim için kardan adama bir soru sorar mısın?
-
Tabii...
-
Neden hiç kardan kadın yoktur da hep kardan adamlar
vardır?
-
Çünkü hemen eriyen, mayışan, dağılan hep erkekler olduğu
için. Kadınlar daha soğuk bakabildikleri için. Hemcinslerime bir örnek işte...
Kardan adam.
Gülümsüyorum... Önce aklıma okuduğum kitaptan bir bölüm geliyor:
“Rosa ayağa kalkıp bürodan çıktığı anda Nick’in zihninden
ansızın – gök gürültüsü gibi gürleyen şehvet – bu kadınla yatağa girmek için
büyük olasılıkla elinden geleni yapacağı geçer, evliliğini feda etmek pahasına
bile olsa. Erkekler günde yirmi kez böyle düşüncelere kapılırlar, bir insanın
içinde bir arzu kıvılcımı doğması bu dürtüsünün peşinden gideceğini
göstermez,...” (Paul Auster, Kehanet Gecesi)
Sonra da geçen gün hemen hemen tüm gazetelerde dikkatimi çeken bir haber:
Aşkın, "arzulama", "çekim" ve
"bağlılık" olmak üzere üç aşamasının olduğu ve her aşamada insan vücudunda farklı hormonların devreye
girdiği ortaya çıktı.
Zaten hep böyle haberler okunmuyor muydu ki her gün herhangi bir gazetede,
ya da kadın dergilerinde? Ama bu seferki biraz farklıydı. Benim de katıldığım
“aşkın kimyası” martavalına biraz bilimsel açıklama getiriyor gibiydi. Hatta
tahmin ettiğim gibi, bunun bir formülü de vardı, 1+1=2 misali veya onun gibi
bir şey.
BBC’nin internet sitesinden alınmaydı haber. ABD’de New Jersey Rutgers
Üniversitesi’nde biyokimya araştırmalarıyla tanınan Helen Fisher diye biri
varmış. (Tam burada bu konulardaki cehaletim devreye girdi tabii. Ben Rutgers
Üniversitesini de, Helen Fisher’i de bilmiyorum. Genelde biyokimya
araştırmaları ilgi alanıma girmediği için de, bu tür şeyleri ancak birileri
okuduğum gazetelerin bir yerinde yayınlarsa ya da başka tesadüflerle karşıma
çıkarlarsa görüp, okuyup haberdar olabiliyorum haliyle.)
Şimdi, bu Helen Fisher şöyle demiş: Aşkın ‘arzulama’ denilen ilk aşamasında,
cinsiyet hormonları testosteron ve östrojen karşı cinsle sevişme isteğini
doğuruyormuş. (Bu hepimize oldukça bildik gelen bir açıklama sanırım. Hepimiz
bir yerlerde okumuş ve duymuşuzdur. Testosteron ve östrojen sözcüklerini de son
yıllarda mutlaka anlamlı ya da anlamsız cümlelerde kullanmışlığımız vardır.)
‘Çekim’ denilen ikinci aşama, yaygın olarak ‘âşık olmak’ diye tabir edilen
duygu haline karşılık geliyormuş. Dopamin, norepinefrin ve serotoninin devreye
girdiği bu dönemde aşık olan, aşık olduğu kişiden başka bir şey düşünemiyor,
iştahı kesiliyor, daha az uyuyor, hatta günün her saatinde aşkını düşünmekten
çalışamıyormuş. (Şu cehalet ne kötü, bu üçü içinde bir tek şu serotonin bildik
bir sözcük benim için. Son zamanlarda epey duyuyorum ve okuyorum. Şimdi anladım
neden bazı insanlar şiirler yazar, şarkılar besteler ve bizi de salya sümük
vaziyetlere sokarlar. Acı yaratıcılığı tetikler!)
Aşkın üçüncü ve son aşaması ise ‘bağlılık’ ya da ‘dostluk’ diye tabir
edilen dönemmiş. Bu dönemi de oksitosin ve vasopressin hormonları
belirliyormuş. Oksitosin orgazm sırasında her iki cinsin sinir sistemi
tarafından salgılanan ve çiftler arasında bağlılığı derinleştiren bir hormon
olarak görülüyormuş. (Aman Tanrım! Bu da ne? İyi ki doktor falan değilim. İnsan
aşık olamaz böyle düşünürse. Sevişemez de. En azından gülme krizine girer.)
Bence oldukça doğru yaklaşımlar bunlar aslında. Ama Paul Auster aynı şeyi
iki cümlede bakın nasıl özetliyor:
“Ve bütün bunlar olabilecek en ruhsuz yerde gelmişti
başıma, yirminci yüzyılın havasını taşıyan bir Amerikan bürosunun sert
flüoresan ışıkları altında, insanın hayatının aşkına rastlamayı hiç ummayacağı
bir yerde. Böyle bir olayın açıklaması olmaz, neden şuna değil de buna âşık
olduğumuzu açıklayacak nesnel bir gerekçe yoktur.” (Paul Auster, Kehanet Gecesi)
Ama varmış işte bay Auster. Hem de tam tahmin ettiğim gibi. Bir formülü
bile varmış. Her ne kadar 1+1=2 gibi basit bir formül değilse de,
anlaşılabilecek kadar basit. Ama gene de bana sizin yazdıklarınız daha sevimli
geldi bay Auster.
Gazetelerdeki yazı burada bitmiyor, başka bir araştırmaya daha yer
vermişler. Bu seferki Arthur Arun adında New York’lu bir psikolog profesör. Bu
profesörü de bilmiyorum. Kendisi aşkın dinamiklerini incelemiş ve karşı cinse
ilişkin beğeninin ilk 1.5 – 4 dakika içinde oluştuğunu ortaya koymuş. Arun araştırmasında, birbirini hiç tanımayan çok sayıda
çiftten 1,5 saat boyunca hayatlarıyla ilgili özel ayrıntıları anlatmalarını
istemiş. Daha sonra çiftlere hiç konuşmadan 4 dakika boyunca birbirlerinin
gözlerine bakmaları söylenmiş. Çiftlerin büyük bölümü gözlerine baktıkları
kişilerin kendilerini derinlemesine cezbettiklerini itiraf etmiş. Hatta
araştırmaya katılanlardan iki kişi de daha sonra evlenmiş. Arun’un
araştırmasına göre karşı cinsin cazibesine kapılmada beden dili yüzde 55, ses
tonu yüzde 38 rol oynarken konuşma sırasında anlatılanlar ancak yüzde 7'lik bir
rol oynuyormuş.
Bu
kadar araştırmaya da ne gerek vardı, bilmiyorum. Paul Auster bu koskoca
araştırmayı da bir cümlede özetlemiş:
“Arzunun gizemi, sevgilinin gözlerine bakınca başlar, çünkü ancak orada o
kişinin kim olduğuna ilişkin bir ışık yakalarız.” (Paul Auster, Kehanet
Gecesi)
Bu
arada unutmadan: Araştırma ‘zor insanı oynama’nın da çoğunlukla cezbedici
olmadığını ortaya koymuş.
14 Şubat ne zaman ‘Sevgililer Günü’ oldu? Aziz Valentin günü değil miydi o?
Hatta paganist dönemlere ait hikayeleri de yok muydu? Ayrıca 14 Şubat ‘Dünya
Öykü Günü’ de değil mi? Bir de artık galiba kadınlar bundan böyle 14 Şubat’ta
şiddete karşı seslerini yükselteceklermiş.
Ben bu sene 14 Şubat gününü Paul Auster ile bir yolculuk yaparak geçirmeye
karar verdim. Kehanet Gecesi’nde bir yolculuk. Gittiği yere kadar! Pazar günü
de her zamanki gibi elime kahvemi alıp şu ‘Kardan Adam’a bir bakarım...
(14. Şubat. 2004)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder