8 Şubat 2011 Salı

Güle Güle Güzel Oğlum Othello...

İlk bakışta aşktı benimkisi. Korka korka, tırsa tırsa…

Korkmuştum, tırsmıştım çünkü Lady Macbeth onca zamandan sonra seni de sevmemi kabullenebilecek miydi?

İki yaşına basmana çok az bir süre kala gelmiştin bana. 2000 yılının yaz başıydı. Kedi Oteli’ni açmaya hazırlanıyorduk. Benim gibi İran kedisi delisi arkadaşım Cemal Şenelmas müthiş bir kedi bulduğunu, sahibini de ikna ettiğini, seni bana göstereceklerini söyleyince fazla oralı olmadım önce. Sonra bahsettiği kişi ve karısı ellerinde bir beyaz dişi, bir gri erkek ve iki gri, bir sarı, bir de beyaz bebek İran kedisiyle gelince kalakaldım. Karşımda dünya güzeli bir aile duruyordu ve acımasız sahiplerinden erkek olanı hepsini Mısır Çarşısı’na satmaya götürüyordu. Ortağım araya girdi ve kedileri bize bıraktılar.

Gri olan (mavi İran) ve iri yarı enteresan erkek kedi sendin. Daha ilk dakikadan itibaren tüm ilgimi ve sevgimi bir şekilde kendine çekiverdin. Bebeklerinin anası beyaz kedinin adı Bulut senin adın ise Duman’dı. “Aman Tanrım ne kadar yaratıcı…” demiştim içimden. Hiç sevmediğim sıradan kedi isimleridir bunlar. İran kedilerine şatafatlı isimler yakışır. Ama ben seni gene de uzun bir süre mecburen Duman’ım diye diye sevdim.

Otel’de kalmaya başladınız maaile. Bebekleriyle bu kadar ilgilenen bir baba, bu kadar sessiz ve sevgi dolu bir kedi görmemiştim ben o güne kadar hayatımda. Her gün hava aldırma bahanesiyle bahçeye çıkartıp kediler için oyun alanı haline getirdiğimiz yerde oynatıyordum bebekleri, sen de onlarla birlikte doğanın ve açık havanın tadını çıkartıyordun.

Zaman içinde oteli kapatma karı aldık ortağımla. Bebekleri çok iyi evlere ve ellere verdik. Ortağım karısının Bulut’u eve almak istediğini söyledi. Bana da Duman’ı almamı tavsiye etti, hem Lady Macbeth ile aynı cins kedi, belki anlaşırlar dedi. Çok düşünmedim, denemek istedim en azından oteli kapatana kadar. Lady Macbeth’i evden getirip bir müddet otelde bıraktım, ikinizi bir odaya kapatıp tanıştırdım. Lady Macbeth biraz soğuk davranan bir kediydi, hemen ısınmadı sana (gerçi ömrünün sonuna kadar da pek ısındığı da söylenemez ya).

Gün geldi çattı ve kedileri toparlayıp gitme zamanıydı. Artık senin adın Othello olmuştu. Kocamandın, iri yarı, koyu renkli ve çok yakışıklı. Eh, uygun geldi bana bu isim. Yakışmıştı bu isim sana ve sen de bakıyordun hemen Othello denince.

Evde Lady Macbeth fazla huzursuzluk çıkartmasa da sen daha çok anneannenin evinde kendini rahat hissediyordun. O sıralar da ben zaten Valideçeşme’deki evden Tarabya’daki eve taşınma hazırlıklarındaydım, eve geldiğinde koli koli üstünde zaten şaşırmıştın bence.

Herkesin kalbini, sevgisini kazanman en fazla üç saniye sürüyordu. İlgi çekmen için bir şey yapmana gerek yoktu. Tam bir İran kedisiydin ama Lady Macbeth gibi ağır başlı, sakin, yeri gelince hırçın, huysuz, istediğini bilen, yumuşacık yerlerde uyumayı seven, insan görünce rahatsız olup gidip saklanan ya da sinirlenen bir kedi hiç olmadın.

Benim tatlı oğlumdun ama seni Lady Macbeth yaşadığı sürece hiç doya doya sevemedim. Hep kıskandı Lady Macbeth seni, hep ilgi ve sevgi ona yönelik olsun istedi ve bunu da hep başardı bir şekilde. Zaten çok sorunları da vardı, önce kanser oldu sonra böbrek sorunları başladı.

Lady Macbeth öldüğünde 3 gün onun yattığı yerde nöbet tutuşunu, yas tutmanı asla unutamam.

Lady Macbeth’den sonra tüm sevgi sana aktı. Zaten çok seviliyordun, evin oyuncağıydın ama şimdi daha fazla ilgi vardı üstünde.

Lady’nin gitmesiyle şeker hastalığın ortaya çıkınca daha da bir üstüne düşer olduk. Üstüne titremeye başladık hep birlikte, veterinerlerin, ben, annem ve herkes…

Hayatımızın neşesiydin sen… Komik bir kediydin. Şımarıktın zaman zaman ve çok da yaramaz. Daha Lady Macbeth yaşadığı dönemlerde kuşların peşinden balkondan düşmen (Allahtan bir şey olmamıştı) ve o olaydan üç gün sonra kovaladığın arının seni sokması… Akla hayale gelemeyecek şeyler de yapan bir kediydin sen…

Kedi miydin? Bilemiyorum. O kadar çok insan bu nasıl kedi diye sormuştur bana. Bir arkadaşım seni çok güzel anlatmıştı: “Kedi ama, kedi değil ama kedi!” diye.


Bence de… Sen kediden de öte çok yüce bir ruha sahip bir varlıktın. Rahmetli yeğenim Caner’in gittiği gün kucağına çıkıp suratına nasıl baktığını hatırlıyorum. Nasıl ürkmüştüm. Hala hatırlarım ve ürperirim.

Kedi sevmeyen bir sürü insan senin sayende kedi sevdi, kediye dokunamam diyenler senin sayende bu garip illetten kurtuldular, hatta kedi alerjim var diyenleri bile iyi ettin sen.

Veterinerde de oranın neşe kaynağıydın. Paşa derlerdi sana.


Artık sona yürüdüğünü anlamak zor olmadı. Kabullenmesi çok zordu ama. Şeker hastalığı böbrekleri, böbrek anemiyi tetiklemişti, lökosit yoktu, makine ölçemiyordu veterinerin dediğine göre, pankreas iflas etmişti. Ne yazık ki şeker hastaları hep yan etkilerden giderler şeker hastalığından değil. İki yıldan fazla bu hastalıkla yaşadın.

Vicdanım çok rahat, ben sana çok iyi baktım, veterinerlerin Yasin ve Timur ağabeylerinin her dediğini harfiyen yerine getirdim, anneannen sana bebek gibi baktı, sağ olsun, en ufak bir şey hissettiğim an hemen kucağıma alıp veterinere götürdüm.

Vicdanım çok rahat. Sen Mısır Çarşısı’na götürülmüş olsaydın ya da bir başkasında olsaydın bu kadar yaşamazdın.

Vicdanım çok rahat, çünkü seni ne kadar sevdiğimizi sana hep gösterdik. Teyzen de, anneannen de, ben de seni ne kadar sevdik sen bunun farkındaydın.

Kucağımdan indirmedim seni. Ben “yürümeyi unutacak, kucağımdan indirmiyorum hiç” derdim, Yasin bana kızardı “bırak ta kediliğini yaşasın şu hayvan” derdi. Gece kalktığımda derin uykuda bile olsan seni kucağıma alır yatağıma yatırır sana sarılır uyurdum. Severdim, öperdim, sıkıştırırdım. Her fırsatta oynardım seninle.

İyi ki yapmışım tüm bunları. Ben hep derim “Eğer bir insanı ya da hayvanı seviyorsan, bunu onlara yaşadıkları sürece hem söyleyeceksin hem de göstereceksin. Kaybettikten sonra vicdan azabı çekmenin bir alemi yok.”

Bu açıdan sana karşı da hiç vicdan azabım yok ama kalbim çok kötü acıyor. İçim oyuluyor Othello.

Seni ne kadar sevdiğimi, içimdeki yerini ben bile tam olarak bilmiyormuşum meğerse.

Adım adım sona gidişin çok vurdu beni. Şükür ki, çok güzel bir hayat yaşadın, çok sevdin ve çok sevildin, çok eğlendin, eğlendirdin, her istediğini yaptın ve yaptırdın. Şükür ki, elden ayaktan düşmeden, kör olmadan, sakat kalmadan aslanlar gibi ayakta ve bilinci yerinde olarak yürüdün ışığa.

Bu bedendeki görevin bu kadarmış, görevin bitti ve gitmen gerekti…

Tüm bunları biliyorum. Bilgi’yi biliyorum…

Görevine gittiğini de biliyorum…

Ama içim çok acıyor gene de… Çok kıyılıyor, oyuluyor içim. Kalbim parçalanıyor ve bunu anlamayanlar ve garip bulanların gözümde zerre kadar önemi ve yeri yok…

Bu acıyı yaşayacağım, acı geçmeyecek. Hangi acı geçti ki? Yalnızca şekil değiştirdi, boyut değiştirdi.

Güle güle git oğlum… Yolun Işık Olsun!

2 Şubat 2011 Çarşamba

Ocak Ayının Ardından

Her sene günlük tutmayı denerim ama bir türlü başarılı olamam. Gene aynı şey oldu. Bugün yazarım yarın yazarım derken… Demek ki olmuyor; senelerdir her sefer aynı şey başıma geliyorsa, olmuyor demektir. Zorlamanın anlamı yok. Aslında ne kültürümüzde ne de edebiyatımızda var bu. Kahretsin ya, ala ala bunu mu aldım genlerden?

Neyse, belki de böylesi daha iyi, ben de her aya geri döner bakarım, olur biter dedim. Bir deneyelim bakalım nasıl olacak?

2011’e bir mektup yazarak başladım yeni yıla, hatırlayacaksınız. Sırtımdaki son on yılın yükünü silkelemek istercesine doğrulmaya çabaladım o mektupla.

Evet, son on yılın ardından mutluluklar, üzüntüler, acılar, kayıplar vs bir sürü şeyi evrenin raflarına kaldırıp yepyeni bir sayfa açmak amacıyla giriştim o mektubu yazmaya.

O mektupta yazdıklarıma değinmeyeceğim, geçmişi geçmişe gömdüm. Önüme bakıyorum artık.

Fırtına gibi başladı 2011. Normalde benim hayatımda her yıl Ocak ayı en zor aylardan biridir. Körfez krizinden beri iş güç yoktur bizim turizm piyasasında. Bu sene de benim için öyle oldu, iş güç yoktu ama buna rağmen hayatımın en güzel aylarından biriydi.

30 yıl önce bozkırdaki otobüsten inen ve birbirlerine zıt yönlere gidip hayatlarını devam ettiren iki kişi çok güzel zaman geçirdiler İstanbul’da.

12 Ocak’ta Caner’imi andık, ağladık…

19 Ocak’ta Hrant’ımı andık, ağladık…

Hani yazıları? Değil mi; bunu soruyor içinizden beni tanıyanlar…

Yok, bu sene yazmadım Caner’e… Bu sene Hrant’a bir derleme yaptım ama son anda vazgeçtim paylaşmaktan… Bana kalsın bu sene duygularım…

Ama her sene, ömrüm oldukça her sene 19 Ocak’ta aynı yerde olacağım. Bu sene cenazeden beri tüm bu olanları kabullenemeyen, kabullenmeyen Tülay’ımla gittik aynı yere.

Tülay… Hrant’ın çok eski arkadaşı. Beni Hrant’la tanıştıran kişi… Benim can dostum, güzel insan… Çok ağladık, çok andık, kadeh kaldırdık, gene ağladık, ağladık ve ağladık…

Ben o gece öyle şeyler yaşadım ki, hayatımdaki en doğru kararları aldığımı gördüm. O kararların arkasında durmalıydım. Artık gönlümün peşinden gitmek farz olmuştu yani…

20 Ocak’ta Ayda’nın filminin galası da hoş bir anı olarak kalacak hem beynimde hem de gönlümde…

24 Ocak’ta Caner’e, Onno’ya, Hrant’a ve Uğur Mumcu’ya kadeh kaldırırken ne kadar çok kayıp var Ocak ayında diye düşündüm. Eceliyle ya da suikaste kurban giderek. Of of of… Özdemir Asaf’tan Muammer Aksoy’a her gün biri gitmiş, öyle veya böyle…

24 Ocak’ta Son Vapur film ekibi ilk yemekli toplantısını yaptı aslında. O belki de bu ayın en güzel gelişmesi. Son Vapur’un konusu ve filmin müzikleri zaten aybaşından beri Son Vapur’un senaristi ve müziklerinin müstakbel bestecisi tarafından devamlı mütalaa ediliyordu. Yemekte hava süperdi, ekip film ve bol bol müzik konuştu…

Bazı şeyleri defalarca Grammy Ödülü’ne aday olmuş dünyaca ünlü bir müzisyenden dinlemek kendisini bin senedir tanıyor da olsanız o kadar heyecan verici ki!

29 Ocak’ta yeni senaryo fikirleriyle heyecanlanmak ve onay almak başka bir mutluluktu.

Sokaklara vurursun kendini, ani bir kararla kalbine ve ruhuna kazıdığını bir de bedenine kazıma kararı alırsın.

Bir anda olur bu! Saniyelik bir kararla. Ama muhteşem de bir iş çıkar ve iyi ki yaptırmışım dersin.

Şimdi sırada bozkırdaki otobüsteki adamın bir sözünü kazıtmak var bedenime, belki de adının baş harfleriyle. 'O' zaten her hücreme kazınmış vaziyette…

Ayın son günü kısa bir süre için de olsa bozkırdaki otobüsteki adamı uğurlamak hüzünlendirdi ve bu ayı mühürledi.

Şimdi senaryoyu son haliyle ekibe teslim etmek ve diğer meseleleri konuşmakta sıra. Bestecimiz için de yapmam gereken bir sürü iş var. Bir sürü görev verdi giderken.

Mardin şubesinin işleri, turlar, Mardin’de gerek ofiste gerekse evde yapılacak işler, ortaklarla yapılacak görüşmeler, senaryo çalışmaları, sponsor görüşmeleri derken anlaşılan Şubat ayı yoğun geçecek…

Ocak ayı gibi güzel geçsin…

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails