2 Şubat 2011 Çarşamba

Ocak Ayının Ardından

Her sene günlük tutmayı denerim ama bir türlü başarılı olamam. Gene aynı şey oldu. Bugün yazarım yarın yazarım derken… Demek ki olmuyor; senelerdir her sefer aynı şey başıma geliyorsa, olmuyor demektir. Zorlamanın anlamı yok. Aslında ne kültürümüzde ne de edebiyatımızda var bu. Kahretsin ya, ala ala bunu mu aldım genlerden?

Neyse, belki de böylesi daha iyi, ben de her aya geri döner bakarım, olur biter dedim. Bir deneyelim bakalım nasıl olacak?

2011’e bir mektup yazarak başladım yeni yıla, hatırlayacaksınız. Sırtımdaki son on yılın yükünü silkelemek istercesine doğrulmaya çabaladım o mektupla.

Evet, son on yılın ardından mutluluklar, üzüntüler, acılar, kayıplar vs bir sürü şeyi evrenin raflarına kaldırıp yepyeni bir sayfa açmak amacıyla giriştim o mektubu yazmaya.

O mektupta yazdıklarıma değinmeyeceğim, geçmişi geçmişe gömdüm. Önüme bakıyorum artık.

Fırtına gibi başladı 2011. Normalde benim hayatımda her yıl Ocak ayı en zor aylardan biridir. Körfez krizinden beri iş güç yoktur bizim turizm piyasasında. Bu sene de benim için öyle oldu, iş güç yoktu ama buna rağmen hayatımın en güzel aylarından biriydi.

30 yıl önce bozkırdaki otobüsten inen ve birbirlerine zıt yönlere gidip hayatlarını devam ettiren iki kişi çok güzel zaman geçirdiler İstanbul’da.

12 Ocak’ta Caner’imi andık, ağladık…

19 Ocak’ta Hrant’ımı andık, ağladık…

Hani yazıları? Değil mi; bunu soruyor içinizden beni tanıyanlar…

Yok, bu sene yazmadım Caner’e… Bu sene Hrant’a bir derleme yaptım ama son anda vazgeçtim paylaşmaktan… Bana kalsın bu sene duygularım…

Ama her sene, ömrüm oldukça her sene 19 Ocak’ta aynı yerde olacağım. Bu sene cenazeden beri tüm bu olanları kabullenemeyen, kabullenmeyen Tülay’ımla gittik aynı yere.

Tülay… Hrant’ın çok eski arkadaşı. Beni Hrant’la tanıştıran kişi… Benim can dostum, güzel insan… Çok ağladık, çok andık, kadeh kaldırdık, gene ağladık, ağladık ve ağladık…

Ben o gece öyle şeyler yaşadım ki, hayatımdaki en doğru kararları aldığımı gördüm. O kararların arkasında durmalıydım. Artık gönlümün peşinden gitmek farz olmuştu yani…

20 Ocak’ta Ayda’nın filminin galası da hoş bir anı olarak kalacak hem beynimde hem de gönlümde…

24 Ocak’ta Caner’e, Onno’ya, Hrant’a ve Uğur Mumcu’ya kadeh kaldırırken ne kadar çok kayıp var Ocak ayında diye düşündüm. Eceliyle ya da suikaste kurban giderek. Of of of… Özdemir Asaf’tan Muammer Aksoy’a her gün biri gitmiş, öyle veya böyle…

24 Ocak’ta Son Vapur film ekibi ilk yemekli toplantısını yaptı aslında. O belki de bu ayın en güzel gelişmesi. Son Vapur’un konusu ve filmin müzikleri zaten aybaşından beri Son Vapur’un senaristi ve müziklerinin müstakbel bestecisi tarafından devamlı mütalaa ediliyordu. Yemekte hava süperdi, ekip film ve bol bol müzik konuştu…

Bazı şeyleri defalarca Grammy Ödülü’ne aday olmuş dünyaca ünlü bir müzisyenden dinlemek kendisini bin senedir tanıyor da olsanız o kadar heyecan verici ki!

29 Ocak’ta yeni senaryo fikirleriyle heyecanlanmak ve onay almak başka bir mutluluktu.

Sokaklara vurursun kendini, ani bir kararla kalbine ve ruhuna kazıdığını bir de bedenine kazıma kararı alırsın.

Bir anda olur bu! Saniyelik bir kararla. Ama muhteşem de bir iş çıkar ve iyi ki yaptırmışım dersin.

Şimdi sırada bozkırdaki otobüsteki adamın bir sözünü kazıtmak var bedenime, belki de adının baş harfleriyle. 'O' zaten her hücreme kazınmış vaziyette…

Ayın son günü kısa bir süre için de olsa bozkırdaki otobüsteki adamı uğurlamak hüzünlendirdi ve bu ayı mühürledi.

Şimdi senaryoyu son haliyle ekibe teslim etmek ve diğer meseleleri konuşmakta sıra. Bestecimiz için de yapmam gereken bir sürü iş var. Bir sürü görev verdi giderken.

Mardin şubesinin işleri, turlar, Mardin’de gerek ofiste gerekse evde yapılacak işler, ortaklarla yapılacak görüşmeler, senaryo çalışmaları, sponsor görüşmeleri derken anlaşılan Şubat ayı yoğun geçecek…

Ocak ayı gibi güzel geçsin…

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails