31 Temmuz 2008 Perşembe

Fotoğraf Kutularımda Bulduklarım - 2 (31.07.2008)

1950'lerde Mardin





Büyükbabam Kemal T. Everi Cumhuriyet Dönemi fotoğrafçılarındandır. İlerleyen günlerde onu da anlatacağım. Geçenlerde ondan kalan fotoğrafları karıştırırken bir köşede eski Mardin fotoğrafları buldum. Çok şaşırdım. Büyükbabam Mardin'e gitmiş ve orada fotoğraf çekmişti demek. Fazla üstüne gitmedim bu olayın. Fotoğrafları scan edip bilgisayara onun çektiklerinin arasına koydum.

Daha sonra annem, 'garip, Kemal bey ne zaman gitmiş ki oraya?' deyince içime bir şüphe düştü. Fotoğraflara daha dikkatli baktım ve Dr. Ahmet Maden'i arayıp fotoğrafları ona gösterip bunların ne zaman çekilmiş olabileceğini sordum. Hiç düşünmeden 50'li yılar, hatta başları olduğunu söyledi. Hatta fotoğraflardan birinde birisini tanıdı.



Ben gene 'yok yok büyükbabam çekmiştir' diye düşünürken birden bir fotoğrafta büyük bir hata dikkatimi çekti. Büyükbabam gibi bir fotoğrafçının asla yapmayacağı bir hata. Şimdi bakın aşağıdaki fotoğrafa:

Fotoğraftaki adam elini uzatmış Suriye ovasına doğru bir yerleri işaret ediyor. Ama yanındaki kadının suratını tamamen kapatmış. Mümkün değil, büyükbabamın böyle bir hata yapması mümkün değil. Bir de bu adam diğer fotoğraflarda hiç yok. Belki diğer fotoğrafları o çekti, burada da onu çektiler öyle. Mardin'li de değil belli.


Derhal fotoğrafı büyüterek bakıyorum ve 'bu kadar da olmaz ama' diye kendime kızıyorum. Fotoğraftaki adam benim babam. Cem T. Everi.

Tamam, şimdi taşlar biraz yerine oturuyor. Ahmet Maden bu fotoğrafa bakıp 50'li yılların başı demişti. Babam Şehidiye Camii'nin tepesinde duruyor. Arkasında görünen bina bugünlerde metruk hale geçme aşamasında olan bir binadır. Hakikaten de 50'lerde yapılmıştır.

Babam 1931 doğumlu olduğuna ve askerliğini Diyarbakır'da yaptığına göre, demek ki, belki askerden önce ya da sonra Mardin'e gitti.

Bunlar karanlık noktalar. Babam elimdeki bu fotoğraflardan yalnızca bir tanesinde var. Diğer fotoğraflardakiler kim onu da bilmiyorum. Ne sebeple oraya gidildi, bu fotoğraflar neden çekildi, yani hangi sebeple bu insanlar biraraya geldi bunların cevabını bilmiyorum ve büyük ihtimal öğrenemeyeceğim de...




Ama olsun, bu fotoğraflar onları bulduğumda beni hem çok şaşırttı hem de çok mutlu etti.

Onlar benim için çok özel ve çok önemli...


Not: Bu yayından tam tamına 7 sene sonra bu fotoğraflardaki sırlar gün ışığına kavuştu... Hikâyeyi merak ederseniz şuradan okuyabilirsiniz:

http://taskahve.blogspot.com.tr/2015/08/fotograflardaki-sr.html

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Sıradan Bir Çarşamba Günü - 2 (30.07.2008)

Geçen hafta MSC ekibinden bahsedecek zaman ve yer kalmadığı gibi, hayretler içinde hiçbirinin fotoğrafını çekmediğimi fark etmiş ve bunu bu haftaya bırakmıştım.

Adım paparazzi'ye çıktı, ama benim yüzümden ya da sayemde bir baktım ki herkes turda fotoğraf çekmeye başladı. :)))

Evet bu hafta biraz bizim MSC ekibinden bahsedelim.

Sabahın körü, limanda ileride başrol teklif etmeyi düşündüğüm ekibin beyin takımından Tolga çıkar genelde ilk karşınıza. Tolga zarfları dağıtır... Bu sabah Havva ile konuşurken 'Ya, sizin ikinizin bir fotoğrafını çekeyim' dedim... Sonuç:

Bakın bakalım arkadan kim geliyor... Roziiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii....

Yiğit bir aydır tatildeydi... Tolga abisinin yanına geldi ve ben hem fotoğrafladım hem dinledim...

Tolga - Hoşgeldin Yiğit... Neredeydin bir aydır?

Yiğit - Tatildeydim abi... Kem küm gak guk...

Tolga - Yanmışsın...

Yiğit - Abi açıldı bile rengim...

Ben - Tolga bunun tatili gelmiş, güya daha yeni döndü...

Tolga - Hadi olm sen ikile, geldiğin yere geri dön...

Bu arada beyin takımının geri kalan kısmına bir göz atalım. Ekipten sorumlu Gökhan ve şef Aybars konuşuyorlar.

Aybars - Yaz Gökhan... Müze girişleri, cami giriş, parklar... Hmmm, herşey tamam.

Gökhan - Tamam abi. Şimdi ekibi yerleştirelim. Kim nerede çalışıyor bugün bir kontrol edelim.

Aybars - Yiğit geri gelmiş. Bana rengim açıldı diye hava atıyor, Nükhet de bunu korumasına almış. Bugün Yiğit'i Nükhet'le hiç karşılaşmayacağı bir yere yolla. Mehmet de yok zaten...

Gökhan - Abi napim? Yolluyorum yolluyorum, geri geliyorlar...

Ben - Günaydın beyleeeeeeeeeeer... Bir gülümseyin fotoğrafınızı çekeyim...

Biraz da çay kahve muhabbetine takılalım. Rehberlerin arasına karışalım. A, bakın kim varmış.


Kim bu biliyor musunuz? Tamam tanıyanlar biliyor, Yasemiiiiiiiin, ne var diyorlar şimdi. Ben tanıyan tanımayan herkese söylüyorum. Beni sıkı takibe almış bir blogcu var. Meğer kendilerininmiş hanımefendinin bu blog. Siz de onu sıkı takibe alın, sayfasına sağ kolonda link verdim. Beril'in Günlüğü adı altında bir blogu var kendilerinin. :))))

Yasemin, Tülin ve Tüzin güne çay, tost ve laklakla başlamanın keyfini çıkartıyorlar. Ama sohbet güzel... Tur öncesi keyfi...


Evet, ekip hazır. Müşteriler çıkmak üzere...


Otobüsler de hazır... Tolga gemiden güncel yolcu sayılarını alıyor.

Tolga - Rehber arkadaşlar... Arabalarınızın başına...

Müşteriler gelir, otobüslerine binerler ve tur başlar. Her zamanki gibi.

Ben Hipodrom, Sultanahmet ve Aya Sofya yaptıktan sonra Çarşı'ya gitmeden önce Aya Sofya'nın kapısındaki arkadaşlara bir uğruyorum. A, doğru ya bugün ITS'in de gemisi var limanda. Bir poz lütfen...


Biraz Çarşı bölgesine bakalım, kimler var? Oooooo, Ulvi... O her zaman 1 numara... Bu arada, bakın Ulvi abinize iyi bakın. Poz dediğin böyle verilir... Arkadakilere dikiz... Optik Murat ve Ara sohbette. Bence Optik anlatıyor Ara dinliyor...


Aybars da maşallah her yerde... Ulviyle bir fotoğrafınızı çekeyim... (a, adama bak, o da çaktırmadan beni çekiyor cep telefonuyla... diyorum ya, bulaştırdım bunu herkese) Valla fark etmemişim... Bu arada, Optik'in kareye girdiğini de fark etmemişim.


E, hadi bari... Hatırları kalmasın, onları da çekeyim...

Optik - Nükhet, beni photoshopla ama, Ara kadar yakışıklı olamam çünkü...

Ben - Evet ama photoshoplasam da Ara kadar yakışıklı olamazsın...

Bu aradaaaaaaaaaa... Yakışıklı demişken... Selim... O en özel... Onun yeri farklı...


Nuruosmaniye şenlenmiş... Türker ve Ergin'e bak. Türker Ergin'i koruması altına almış...


Ergin Karakoyun ve Mansur Karakoç... Soyadlarına dikiz... Ama dikkatli olun, her ikisi de Güneydoğu'nun köklü ailelerine mensuplar... :)



Artık yemek vakti... Bugün öğle yemeği Çırağan Sarayı'nda...

Sandra tatlı ve meyve keyfinde... Tülin ve Havva sohbette...



Tolga ve Jak... Başrol oyuncu adaylarım... Tolga saraydan başka yerde yiyemez... Aşağısı kurtarmıyor... Fotoğrafı ben çektiğime ve karşısında oturduğuma göre galiba benim için de geçerli bu dediğim. Ama laf aramızda salatalar, zeytinyağlılar harikaydı bugün...

Otobüslerle geldik, tekneyle dönüyoruz... Herkes tekneye... Tolga ortalığı kontrol edip, sarayda kimsenin kalmadığından emin olduktan sonra tekneye binmek üzere sarayı terk ediyor...


20 dakikalık bir tekne yolculuğunda nasıl dağıtılır? Tolga kaptana müzik çalmakla ilgili bir laf eder, kaptan resmen abartıp müziği sonuna kadar açar ve aha buyurun... Eser dağıtır...



Evet, kıyı göründü... Ben Topkapı Sarayı'na gidiyorum... O da ne? Vaaaaaaaaaaay... Matrix Gökhan... Çok yakışıklı olmuşsun! (Gözlüğe Jak hasta oldu haberin olsun...)

Topkapı Sarayı'ndan çıkarken gördüğümüz bu manzara bana 'hadi artık eve' diyordu...


29 Temmuz 2008 Salı

Yasin Özenir


Sevgili veterinerimiz Yasin Özenir bypass ameliyatı geçirmiş.

Ben daha dün öğrendim ve çok üzüldüm. Dört damarı tıkalıymış.

Dün bütün gün ağladım... Ama çok şükür iyiymiş. Biraz dinlenecek yalnızca.

Ben Yasin'i kendi penceremden biraz anlatmak istiyorum.

Yasin, kendi anlatır, '1997 senesinin sıcak bir yaz günüydü' diye, işte o zamandan beri Lady Macbeth'in veterineridir. 2000 senesinden beri Othello'nun da.

Lady Macbeth ve Othello bugün yaşıyorlarsa herşeyden önce Yasin'e borçluyuz bunu. Gerçi o, senin ilgin alâkan da önemli dese de (ki haklı, mutlaka dediği gibi, ben benim kadar veterinere hayvancıklarını taşıyan, gak deseler veterinerde, guk deseler veterinerde birini daha bilmiyorum) Yasin'in hakkı ödenemez...

O, zaman içinde yalnızca benim kedilerimin veterineri olmakla kalmadı, bir sürü tanıdığım tanımadığım insanı yönlendirdiğim veteriner oldu (hepsi doğruyu bulmanın mutluluğu ve gönül rahatlığında) ve en önemlisi benim çok sevdiğim bir arkadaşım, hatta dostum oldu. Öyle ki, biz konuşmadan bile derdimizi anlarız.

Yasin işini çok seven, çok çalışkan ve fedakâr bir insan. Soyadına uygun bir şekilde işine öylesine özenen bir veteriner ki... Emek verir, değer verir, siz bir konuyu anlayana, gerçekten kavrayana kadar sabırla defalarca bıkmadan usanmadan anlatır. Çünkü onun için önemli olan, ağzı var dili yok dostlarınızın doğru ve olması gerektiği şekilde bakılmasıdır.

Sanırım benim kedilerim Lady Macbeth ve Othello sayesinde kitap bile yazabilir, yeni tez konuları ortaya atabilir. Kızım Lady Yasin'e aşıktır. Gerçi ona gelen bütün hayvancıklar ona bayılıyorlar...

Sevgili Yasin'imiz, bizler seni çok seviyoruz ve biran evvel sağlığına kavuşup işinin başında görmek istiyoruz. Ama önce dinlen ve kendine biraz zaman ayır. Çok koşturuyorsun, çok yoruluyorsun... Geçmiş olsun!

Yasin... İyi ki varsın sevgili dostum!

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Yüzleşmeler - 1

İslomania


(Ada deliliği)

Dün gece geç saatte Hürriyet gazetesinin o saate kadar okuyamadığım Pazar ekini alıp yatağa uzanıp okumaya karar verdim. Birden 'Ada deliliği' diye bir yazı gördüm ve herşeyi unutup yazıya daldım.

'Aman Tanrım, ben de mi islomania hastalığından muzdarip bir insanım acep?' diye düşünerek gazeteyi bırakıp ışığı söndürüp yattım.

Sabah kalktığımda gazetedeki 'Ada deliliği' lafı bana fena halde sırıtıyordu.

Bu durum bütün gün aklımın köşelerini tuttu.

Sonunda şöyle bir karar aldım. 'Kızım, sen Not Defteri adlı blogunu niye açtın? Yazı yazma serüveninde gün içinde başından bir sürü şey geçiyor. Veganım, dünyayı kirletmeyeyim, her kâğıt bana katledilmiş bir ormanı hatırlatıyor diye diye günlük tutmuyorsun, bari yaşadıklarımı, yazmak isteyip yazamadıklarımı yazayım diye açmadın mı bu blogu? Otur yaz bunu da işte, yazarak düşün. Ne bileyim yüzleş kendinle...'

Aradım taradım, bulduklarım ilginç. Yüzleşmeler diye bir şey başlatayım dedim. Zaman içinde bambaşka konular değişik şeyler çıkar bunları da böyle tefrika gibi yazar da yazarım. :)

Bakalım ne kadar cesurum? Ne kadar dürüstüm?

Şimdi, gazetede bu konuda yapılan araştırma sonucu ulaşılan bilgilere ben de ulaştım. Ama gazetede yer sorunu nedeniyle bazı bilgilere yer verilmemiş. Gazeteyi şimdilik bir kenara bırakıp bilgilere bir göz atalım:

İslomania tıp kitaplarında adı geçmeyen bir rahatsızlıkmış. Bu kavramı da ilk kez İngiliz yazar Lawrence Durrell 'Reflections on a Marine Venus' adlı kitabında kullanmış. Durrell şöyle diyor:

"Gideon'un karalama defterleri arasında bir gün, daha tıp bilimine geçmemiş hastalıkların bir listesini bulmuştum, bunlar arasında çok seyrek rastlanan ama tanınmadığı da ileri sürülemeyecek bir ruh hastalığının adı olarak "Islomania" sözcüğü de göze çarpıyordu. Bunu açıklamak için Gideon, adalarda her nasılsa karşı konmaz bir çekicilik bulan insanların olduğunu söylerdi hep. Bir adada, denizle çevrili küçük bir dünyada olduklarını bilmek bile, böylelerinin içini sözle anlatılmaz bir esrimeyle dolduruverir. Bu doğuştan ada-tutkunları, derdi Gideon, doğrudan doğruya Atlantislilerin soyundandırlar, ada yaşamına bilinçaltlarında süren özlem, yitik Atlantis ülkesine yönelmiştir." (Ada - İngiliz Yazınında Ada Kavramı - Akşit Göktürk)
http://www.hafif.org/yazi/islomania-ada-manyakligi

Şimdi buraya kadar olan kısım bu konuyla ilgili bulduklarım. Tamam. Bu noktada gazetede şöyle bir saptama yapılmış:

Ama bazı insanlar için dünyadan kopmak ceza değil ödül. Bir adada kendini ulaşılmaz bir yerde hissetmeden yaşamayanlar da var. Ada deliliği deyince aklınıza ada sevgisi gelmesin. Bir süre bir adaya gidip tatil yapmaktan hoşlanmak gibi bir şey değil bu. Ya da her adalı otomatik olarak ada maynağı değil. İslomania, adalar için duyulan bir saplantı, önlenemez bir tutku. İslomanlar aslında bir adada kendi kafalarındaki cenneti yaratıyor; onun zor ulaşılır olması da cennetin gizli ve özel olduğunu hissettiriyor onlara.




Gene yukarıdaki yazıya dönersek orada da şöyle devam ediyor:

Tabiî bu tanımı "adaseverlik" ile de karıştırmamak gerekir; bir süreliğine bir adaya gidip orada balık tutmak değildir islomanyaklık. Adalı olmak da değildir. Hiçbir islomanyak adalı değildir, bazi adalıların islomanyak olma ihtimalleri olsa bile. Karışıklığa yol açan konu ile ilgili diğer bir kavram da "adaseverler". Adasever olmak da islomanyak olmaktan farklı bir durum. Adaseverler zaman zaman adalarda bulunmaktan hoslanan, balık tutan, dalan, tabir uygunsa pasif islomanyaklardır. Durell'in kavramını onun düşündüğü şekilde geliştirirsek şöyle bir islomanyak tanımı ortaya çıkabilir: " İslomanyaklar adalarda karşı konulmaz bir çekicilik bulan ve adalarda doğmasalar bile, buralara ellerinde de olmaksızın katma değer ekleyen insanlardır." Çünkü islomanyaklar aslında kendi kafalarındaki cenneti yaratmaktadırlar...




Gazetede bir de şu var:

Ada literatürü de islomanlar için önemli. Bir ada ülkede yaşayan İngilizler bu işe kafayı takmış. www.islomania.com sitesi islomanlara hizmet ediyor. Ada haberleri, ada tarihleri, İngilizce ada edebiyatı araştırmaları bu sitede toplanmış. Adaların batı kültüründe mistik bir anlamı var. Yüzyıllardır kahramanlık yolculuklarıyla, kutsal arayışlarla, hayali ülkelerle ilişkilendirilmişler. Bir görüşe göre adalar, artık karada bulamadığınız bir "bağsızlık" hissini sağlıyor. Amerikalı tarihçi ve yazar Thurston Clarke (62), "Cenneti Aramak" ve "Islomania" isimleriyle basılan kitabında islomanlardan şöyle bahsediyor: "İnanıyorum ki onlar, adaların bizi daha "iyi insan" olmaya ittiğini keşfedecek hassasiyete sahipler. Adalar bizi komşularımızla el sıkışmaya, kendimizi dinlemeye (hatta belki Tanrı’yı da) tarihe ve doğanın çizdiği sınırlara saygı duymaya, vahşi doğa ve güzellikle iç içe yaşamaya alıştırır. İşte bu nedenle, dünyanın küresel köye dönmesi veya küresel ısınma yüzünden bir ada kaybedilirse, anakaradaki bir toprak parçasından çok daha fazla kaybedilmiş demektir."

Evet, gelelim şimdi meseleyi irdelemeye. Ben isloman mıyım? Sanırım...

Kendimi bildim bileli adalar beni çekmiştir. Çocukluğumdan beri böyle bu.

- Harita üstünde ne kadar ada varsa inceler ve onlarla ilgili hayâller kurardım.

- Uzun süre koskoca kadın olmama rağmen en sevdiğim çizgi film Pırıl Ada idi. Hâlâ etkisi vardır üstümde. İçim bir garip oluyor aklıma gelince o çizgi film.

- Ne kadar ada konulu film varsa seyretmeye çalışırım. En basitinden, Il Postino ve Stromboli filmleri beni ne kadar derinden etkilemiştir. Onlarca kez seyretmişimdir. Kendimi o filmleri seyrederken bir nevi güven içinde hisseder ve mutlu olurum. Garip aslında. Hele Stromboli düşünülürse...

- Ege yollarında her adaya hayran, salak salak bakarken bulurum kendimi. Turu bırakıp kendimi Bozcaadaya ya da Midilli'ye atma planları yaparım hep.

- Çocukken babamla sahil boylarında yolculuk ederken kıyıda kendimi karşıdaki adalarda hayâl ederken bulurdum.

- Minnacık bir adacık bile beni deli gibi coşturup iyileştiren bir özelliğe sahiptir. Araba kullanırken bazı yollara birazdan göreceğim bir ada sebebiyle katlandığımı bile bilirim.

- Küba'da yaşarken orası bana ada gibi gelmemişti hiç. Fazla büyük. Ama birgün Küba'nın adası Cayo Largo'ya gittiğimde nasıl mutlu olmuş, sahildeki bembeyaz kumlarda nasıl uçak gelmese ya da uçağı kaçırsam da burada mahsur kalsam, dönemesem diye dualar etmiştim.

Ben daha bu ve buna benzer onlarca hikâyemi sıralayabilirim.

Peki, Kınalıada aşkıma ne demeli? Oraya yerleşme hayâllerime? Oradan ev alıp orada yaşama arzuma? Orada mahsur kalmak istememe, her gittiğimde şehire geri dönmenin travmasını taşımak zorunda kalmanın ağırlığına?

Ben bir 'adalı' değilim, bir 'adasever' hiç değilim.

Bu arada, kendi senaryomdaki adalar konusu da bu konuyu okuyup araştırdığım an kafamı kurcalayıverdi. Kınalıada ve Burgazada var senaryoda ve adalar arınmış bölge, steril. Hatta senaryomda adalar ilk başta gerçeklerden kaçılan yer gibi görülse de aslında gerçeklerle yüzleşilen yer oluveriyor.

Ben sevdim bu Atlantis soyundan gelme, bu cezalı planette oralara özlem duyma, yani islomania durumunu, durumumu...

Gizemli Sahiller - 2

SELÇUK

Pamucak

Ege'nin gizemi...

27 Temmuz 2008 Pazar

Güzel Bir İstanbul Turu (27.07.2008)


Bugün güzel bir tur yaptım. Klasik İstanbul turuydu. Hipodrom, Sultanahmet Camii, Yerebatan Sarnıcı, yemek, Aya Sofya ve Topkapı vardı programda. Ama amacı ve anlamı farklı bir turdu.

Ben Avusturya Liseliyim. Bu nedenle oradan gelen tur teklifi hemen kabul görür haliyle tarafımdan ama işin ucu öyle güzel bir noktaya uzanıyor ki... Bunun içinde olmazsam olmazdı.

Avusturya Liseliler Derneği 2008 Nisan sonunda bir Kadın Platformu oluşturmuş.

Bu platformun amacı Dernek Bülteninde öyle açıklanıyor:

"Yola çıkarken amacımız; Avusturya Lisesi mezunları olarak ülkemizde yaşayan kızlarımızın ve kadınlarımızın bir sorununa el atmak ve çözümüne bir katkı sağlamak idi. ALD Kadın Platformu katılımcıları olarak gerçekleştirdiğimiz toplantılarda Türkiye’de kadının ekonomik üretkenliğini, yani “iş yaşamında aktif olma" konusunu kendimize misyon olarak seçtik. Özellikle Anadolu’da ve kısmen büyük kentlerin varoşlarında kadınların çalışmasının "ayıp sayıldığı" 21. yy.'da, "BEN çalışmak istiyorum" sloganıyla kadının ekonomik üretkenliğini teşvik edecek ve çalışmak isteyen kadına da iş fırsatları yaratacak bir girişim amaçladık.

Bir yandan bu sloganın arkasında yatan "kadınlar da çalışmalı, onlar da üretmeli” fikrini yayan etkinlikleri yürütürken, diğer yandan üniversite öğrencisi kızlara iş yaşamını tanıtmak, işletme yönetimini gerçek ortamlarda göstermek üzere üyelerimizin sahibi olduğu ya da karar verici pozisyonlarda bulundukları şirketlerde 30'ar günlük staj olanakları yaratacağız.

Stajyerleri; öncelikle Doğu Anadolu’daki altı üniversitenin İşletme, Ekonomi, Uluslararası İlişkiler, İletişim ve Hukuk Fakülteleri’nde 5. veya 6. yarıyıla (sömestr) devam eden kız öğrenciler arasından seçeceğiz. Stajyer kriterlerimizi ilgili üniversitelerin yönetimlerine ileteceğiz ve onlarla işbirliği içerisinde olacağız.

Stajın detaylı bir programı olacak ve projemiz kapsamında stajyer istihdam eden tüm katılımcılarımızdan bu program boyunca "öğretme" sürecini uygulamalarını isteyeceğiz. Stajyerler; çalıştıkları şirketin tüm birimlerinde görev alacaklar. Bunu sağlamak için hem şirketler hem de stajyerler için birer kılavuz hazırlayacağız.

Şirketteki ALD üyesi/AL mezunu; stajyerin "koç"u olacak ve haftada en az bir saat kendisiyle bir araya gelerek stajyerden deneyimleri ile ilgili geri besleme alacak ve onunla kendi iş deneyimlerini paylaşacak, stajyeri yönlendirecek. Ayrıca stajyerlere haftada yarım gün toplu eğitim verilecek. Bu eğitimler daha çok sosyal yaşamdaki iletişim becerilerini kazandırmaya ve psikolojik açıdan güçlendirmeye yönelik olacak."

Ne kadar güzel değil mi?

Bu amaçlananlar yapılıyor. Çok hoşuma gitti. Bugün bu stajyer kızların gezisi vardı ve turun rehberi bendim. Çok severek yaptım turu, ben onları sevdim, onlar da mutlu oldular, memnun kaldılar sanırım.

Kars ve Erzurum Üniversiteleri ile Kadir Has Ünivesitesinden kızlarımız vardı.

Onlara hayatta başarılar diliyorum.

Bu tür oluşumların içinde olmaktan, elimden geleni yapmaktan her zaman büyük mutluluk duymuşumdur. Her zaman da bu tür oluşumların verdiği görevleri üstlenmeye, elimden geleni yapmaya hazırım.

Ayrıca Mardin Çalışma Komisyonu kurucusu ve başkanı olarak bu tür çalışmaların içinde olmak görevimdir.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails