31 Ağustos 2008 Pazar

Fotoğraf Kutularımda Bulduklarım - 4

En Beğendiğim Ressamlar - 1 (Martiros Saryan) adlı yazımda hatırlarsanız, Saryan müzesini bana gezdiren bir hanımdan bahsetmiştim, bana Saryan'ın çalışma odasını gösterdiğinden vs vs.

İşte dün fotoğraf kutularımı karıştırırken o hanımın Saryan'ın çalışma odasında çektiğim fotoğrafını buldum.

Bugün biraz Ermenistan fotoğrafları koyayım bakalım buraya. Aslında oldukça çok fotoğraf var ama ben bazılarını koyuyorum...


YEREVAN

















30 Ağustos 2008 Cumartesi

Oradan, buradan, havadan, sudan - 6

Diziler...

Eylül geliyor... Bu sene okullar da, tv sezonu da erken açılıyor. İyi, iyi açılsın tv sezonu, ben sıkılmıştım. Şimdi doğruya doğru. Ben entellektüel olmak için kural olan 'asla Türk dizileri seyretmem' muhabbetine ve yalanına yatmayacağım. Entellektüellikse entellektüelim tabiî ki. Bunu kimseyle de tartışmam. Ama ben bazı dizileri de seyrederim kardeşim. Ne yalan söyleyeyim?

Bunun dizinin oyuncusuyla mutlaka yakından ilgisi vardır, senaryo sebebiyle seyrediyor olabilirim, ya da dizinin konusu olabilir beni ekran başına bağlayan. 'Hatırla Sevgili' seyredilmez miydi örneğin?

Şimdi, bu açıklamalardan sonra, bu sezon hangi diziler seyredilecek tarafımdan, yazalım bakalım.

Geçen gün artık ezberlemek, aklımda tutmaya çalışmak gibi sorunlarım olmasın diye, bir defterim var, aldım elime onu ve bir sayfasına haftanın günlerini ve muhtemel dizi saati olan 20.00 ve 22.30'u yazıp karşılarını doldurmak üzere bıraktım öyle.

Dün baktım bazı günlerim dolmuş bile...

1 eylül'den itibaren, Pazartesi günleri Star Tv'de saat 20.00'de Erkan Petekkaya'nın başrolünü oynadığı SON BAHAR seyredilecek...






İki el kanda olsa seyredilmek zorunda, Erkan Petekkaya oynar da Nükhet kaçırır mı? Olur mu öyle şey... Erkan Petekkaya çok özel... (Onun için bir senaryo mu yazsam acaba diye de düşünmüyor değilim açıkçası...)

Evet, gene Pazartesi günleri ikinci dizi Kanal D'de YOL ARKADAŞIM. Bayılıyorum o diziye. Bir kadın hikâyesi, bir Ege hikâyesi.

E, ne de olsa Çağan Irmak... Ama en baş sebep, sevgili Şeylacığım da oynuyor ve gene benim en sevdiğim oyunculardan biri başrolde: Polat Bilgin. Ayrıca bu sezon o dizi bitecek. Yani işin tadını kaçırmadan. Süper bir iş zaten yapılan. Çok güzel dizi, kaçmaz. Ayvalık, Cunda... Nükhet dayanamaz... Seyreder...


Perşembe günleri Kanal D'de saat 20.00'de AŞK-I MEMNU var. Hani seneler evvel Müjde Ar'ın başrolünü oynadığı ve siyah beyaz seyrettiğimiz eser. Halit Ziya Uşaklıgil'in eseri. Bu dizide başrollerden birini Kıvanç Tatlıtuğ oynuyor.





Bu durumda bu dizi nasıl kaçırılır? Oyunculuğunu dört dörtlük bulmasam da, her geçen gün garip bir konuşma tarzı ve ağız hareketleriyle oyunculuğuna gölge düşürüyor olsa da, seviyorum bu adamı seyretmeyi.

Cuma günleri Atv'de 20.00'de SILA! Kaçar mı? Kaçmaz...



Sırf Mardin için seyretmeye değer. Ama ben zaten başından beri seyrediyorum ve seviyorum Sıla'yı. Sıla dün gece başladı. İçim bir fena oldu. Ilık bir duygu kalbimden iliklerime aktı sanki. Özlemişim ben Mardin'i... Mardin yolları görünür bana...




Şimdi anlayacağınız bunlar benim kesinlikle kaçırmayacağım diziler. Son Bahar, Yol Arkadaşım, Aşk-ı Memnu ve Sıla.

Diyeceksiniz ki, 'bu dizi enflasyonunda daha bir sürü dizi varken, öbürleri?'. Valla, açık söylemek gerekirse onlar olsa da olur, olmasa da. Denk geleni belki seyrederim. Bilemiyorum. Ama o kadar abuk sabuk dizi var ki. Belki denk gelirse Binbir Gece ve Derdest diye yeni bir dizi var, o ikisi, ama gerisi için kaçırmadan seyrederim diyemeyeceğim.

Benim dizikolikliğim de buymuş demek ki...


LADY MACBETH...

Evet, gelelim Lady'ye... Dün 'Rüya' başlıklı yazıyı yazdıktan sonra Timur'la görüştüm akşama doğru, Lady daha iyiydi. 'Bu sabahki kadar kötü olmamıştı hiç' dedi Timur. Bana akşam yapacağı iğneleri, vitaminleri, serumları falan sıraladı. Anladığım kadarıyla işi garantiye alıyordu.

Bütün gece uyuyamadım. Dakika başı uyanıp uyanıp 'dayan kızım, kal burada, hadi kızım, dayan, iyi ol' deyip durdum, ağladım, dua ettim.

Sabah saat dokuz gibi aradım kliniği, Fatih 'Lady'yi bugün iyi gördüm, şimdi mamasını yiyor' deyince içim rahat etti. Direniyor kızım.

Daha sonra Timur'u aradım. Timur'un sesi neşeliydi. 'Nasılsın?' diye sordu, 'gece hiç uyumadım' deyip geceyi anlattım ona. 'Yapma ama, kendine bakman lâzım, bak beni de üzüyorsun, Lady daha iyi' dedi. 'Gece bir kriz gelirse diye korktum' dedim. 'Uzun bir süre kriz geleceğini sanmıyorum' dedi Timur. 'Bugün daha iyi, direniyor, çok dayanıklı' deyince mutlu oldum.

Bilmiyorum, umut işte, umarım biraz olsun iyileşir kızım...


Arkadaşlarım...


Yaseminciğim (Beril'in Günlüğü) hala oldu. Tebrik ediyorum. Sağlıklı, şanslı, bahtı güzel olsun inşallah Revnacık...

İkocuğum'un blogu şenlenmiş (İko'nun Dünyası)... çok beğendim. Takip ettiği blogları listelemiş, okuduğu kitapları yazmış, yazarların fotolarını koymuş. Çok gezer o, onda yazacak şey çok. Of, bir de o İzlanda'daki çavlan'ın önündeki fotoğraf... İçim açıldı vallahi...


Yeni Blog'um...

Evet 1 eylül'e bir şey kalmadı. Yeni blogum için heyecanlanıyorum. :))) Şekliyle, içeriğiyle falan uğraşıyorum. Hazır sayılır. Yarın son rötuşlar yapılacak ve Pazartesi açılış... Davetiyeler için listeyi hazırladım... Bir heyecan bir heyecan... E, ne de olsa dostlarımı ağırlayacağım...

29 Ağustos 2008 Cuma

Rüya...



Sabaha karşı gördüğüm rüyanın etkisiyle uyandım...

'Hayırdır inşallah' dedim.

Rüyamda veteriner hekim Timur'u gördüm. Benim yatağıma uzanıp bacaklarını karnına çekip duvara bakıyor boş boş. Beni görmüyor sanki ve ben de 'ne işi var burada, ne yapıyor?' diye düşünüyorum. (Şimdi hatırladım, kıyafeti veteriner kıyafeti idi ama rengi farklıydı, açık, hani gri-mavi dediklerinden.)

Othello'yu aldım ve Cihangir'e gittim. Ben gittiğimde Timur da elinde iki tane tüple aşağı indi, bana bakıp tüplerden birini gösterdi. 'Lady'nin mi?' diye sordum. 'Evet' dedi. Nasıl olduğunu sorduğumda da, 'canımı sıkıyor, kendini saldı, yemek yemiyor, eskiden hiç değilse kuru mamayı kendiliğinden yiyordu, şimdi daha çok yaş mama yedirmek zorunda kalıyoruz ve zorla yediriyoruz' dedi.

'Seni rüyamda gördüm' dedim, 'Hayır olsun' dedi, 'ben de sabah rüyamda Lady'yi gördüm, kanını alıyordum' dedi.

Garip... Değil mi?

Othello'nun açlık şekeri ölçülüp insülini yapılacak, Lady'nin de kan tablosu yarım saatten önce belli olmaz. Bu durumda ben de bir-iki işimi halledip dönerim diyerek oradan ayrıldım. Taksim'deki işlerimi bitirdim, Tarkan'ın dükkâna uğradım. Tarkan 2 hafta kadar Yunanistan'a tatile gidiyor, o nedenle hem alışveriş yaptım hem de sohbet ettik. Ama aklım Lady'de. Aniden telefon çaldı. Timur...

Gerildim tabiî. 'Geliyor musun?' dedi, 'Evet, köşedeyim hemen geliyorum, ne oldu? Kötü haber mi?' diye sordum. 'Geldiğinde konuşalım.' dedi. Apar topar çıktım dükkândan ve hemen kliniğe gittim.

Üst kata muayene odasına çıktım. Lady'ye yoğun bakımda oksijen veriliyordu. Othello da yerde kutusunun içinde oturuyordu. Timur, suratı asık, elinde test sonuçları öyle kâğıtlara bakıyor...

'Ne oldu Timur?' diye sordum. 'Çok garip' dedi, 'bu sabah geliyorsun ve Lady krize giriyor', 'Ne krizi?' demişim. 'Üre krizi' dedi, 'Şimdi çıktı krizden, oksijen veriyorum'.

Orada kala kalmışım. Ağlamak istiyorum. 'Üre yüksek mi?' diye sordum. 'Evet, daha da yükselmiş' dedi. 'Diğer değerler gayet iyi, tedaviye cevap veriyorlar. Böbrek dokuları için iyi değerler, ama ürenin düşmesi gerekirdi, bu düşmeme de böbreklerin ikisinin de çalışmadığını gösteriyor. İki haftadır ilk defa kustu.' dedi.

Kızım yoğun bakım ünitesinde tepki vermeden oturuyordu. 'Bilinci yerinde değil mi?' diye sordum. 'Yerinde' dedi Timur, 'ama bir krizden çıkıyor'.

Çok ağladım... Timur yoğun bakım ünitesinin kapağını açtı, kızımı öptüm, burnunu sevdim.

Timur'la uzun uzun konuştuk.

Aslında şu anda yeni bir seruma başladı Timur ve bir hekim olarak asla umudunu yitirmeyeceğini, yitirmesinin ancak bir krizi atlattıramazsa mümkün olabileceğini, iki üç gün daha beklememiz gerektğini söyledi.

Ben bu noktada aslında şunları da eklemek istiyorum:

Biliyorum, sokak kedileri ne badireler atlatarak hayatlarını sürdürüyorlar, bu nedenle de sağlam ve dayanıklılar. Cins kedilerin her zaman, Siyam olsun, Ankara, Van, İran olsun sorunları var. Biz Lady'nin ailesinde lösemi sorunu olduğunu bildiğimizden ve İran kedilerinin böbrek problemi de olabileceğinden bu konuda hep titiz davrandık yıllarca. Ben her dakika veterinere taşıdım kedilerimi, Yasin de her zaman çok titiz davrandı.

Kedilerin ömürleri belki de son yıllarda tıpta vs olan gelişmelerle uzadı, farklı yiyorlar, farklı bakılıyorlar, tedavi şekilleri değişti vs vs. Ama bu arada da başka sorunlar çıkıyor. Aynı şey insanlar için de geçerli.

'Bir kedinin ömrü ortalama 14 yıldır' diyor Timur. 9 yaşına gelince yaşlı kedi maması yemeye başlıyorlar, biliyorum. Bunu ben kabullenemiyorum bir tek ama gene de. Çevremde o kadar 20 yaşını görmüş İran kedisi var ki... 'Olur, neden olmasın?' diyor Timur. 'Ama yaş ve ırk sorunları bunlar' diye de ekliyor.

Ben en iyi veterineri bulduğumu 11 senedir gayet iyi biliyorum. Yasin iyi ki var, Timur iyi ki var. Bugün 100 tane pofesör çıkıp bana tersini söylese, ben gene veterinerimden vazgeçmem. Ben veterinerime güveniyorum. Onun sayesinde bu yaşa geldi kedilerim. Yalnızca benimkiler mi? Bilen biliyor...

Ama kendimi suçlamaya meyilli bir yapım vardır. Timur'a soruyorum: 'Timur, ben bir şeyi yanlış yapmış olabilir miyim?' 'Kusura bakma ama, bu çok saçma bir soru' diyor.

Evet, haklı, çok saçma. İkisi de gayet iyi bakıldı, her şeyleri olması gerektiği gibi yapıldı, aşısından beslenmesine, tahlillerinden ne bileyim işte her şeylerine. Her sorun bu sebeple erken teşhis edildi. Veterinerler de en iyisini yaptılar.

'Sen önce etrafındaki başka kedi köpek bakanlara bir bak da ondan sonra böyle saçma bir soru sor' dedi Timur. 'Ayrıca biri böbrek, biri şeker, senin ne hatan olabilir ki?' dedi.

İşte, üzüntü anında saçmalar ya insan. O hesap benimki de...

'Lady burada kalmaya devam edecek, eve yollayamam, krize girer, kalır elinde' dedi. Tabiî ki orada kalacak. Orada en azından bir umut var. Kriz anında müdahale edilebiliyor.
Lady'ye fazla eziyet etmek istemediği de her halinden belli. Bunu ben de istemem. Konuşuyoruz oradan buradan. Böbrek nakline geliyor laf. Fransa'da yapılıyormuş. Türkiye'de üniversitelerde de çalışmalar varmış, ama galiba çalışma düzeyinde. Ayrıca uygun böbrek nasıl bulunacak? Anesteziyi de artık bu yaşta, miniminnacık şey nasıl kaldırır? Kaldıramaz. Bunu biliyorum...
'Acı çekiyor mu?' diye soruyorum. 'Hayır' diyor Timur, 'ağrı sızı yapmaz ki bu!' En azından böyle... Rahatlıyorum biraz. Kızıma eziyet çektirmek istemem. Ama son nefesine kadar da doğal haliyle yaşamalı. Ben böyle düşünüyorum. Yaşadığı kadar!

Bu noktada ikimiz de gene bu sabaha karşı gördüğümüz rüyaları konuştuk... Ne garip, değil mi?

Othello'nun şeker değerleri gayet iyi çıkmış. O belliydi zaten. Onu aldım, Lady'yi öptüm ve eve döndüm.

Othello bugün çok huzursuz. Aslında Timur'la arası çok iyidir. Bugün hiç yüz vermemiş. Lady'nin durumunu hissediyor sanırım. Othello veterinere geldiğinde kutusuna koyamazsınız, gezer durur, bugün kutudan çıkmamış.

Eve gelene kadar da hep bağırdı.

Kızım... Rüzgâr kokulu kızım benim... Bir mucize olsa da iyileşsen... Ben seni dialize taşımaya razıyım. Sen iyi ol, ben her şeye razıyım...


27 Ağustos 2008 Çarşamba

Oradan, buradan, havadan, sudan - 5

Dün gece 'Bir Tutam Baharat' (Politiki kouzina) filmine takıldım. Gece çok geç saatte yattım. Perişan oldum. Sabah çok erken kalkıp limana gitmem gerekiyordu...






Özellikle tavsiye ederim... Eğer seyretmedinizse, mutlaka bulun buluşturun bu filmi seyredin. Benim en sevdiğim filmler Akdeniz filmleridir. Bu harika bir film, çok özel bir film. Hararetle tavsiye ederim...

Sabahın köründe limandaydık gene. Yaseminciğim'le ve Eser'le laklak... Yasemin'i biliyorsunuz. Sağdaki bloglarda Beril'in Günlüğü blogu var ya, onun sahibesi Yasemin. Canım arkadaşım... Konuştuk, sohbet ettik, yeni blogumdan bahsettik.

Bu arada aklıma gelmişken: Yeni blogu 1 eylül'de başlatıyorum. Özel ve kapalı bir blog olacak diye bahsetmiştim daha önce de. Benim gönlümün, ruhumun, beynimin oturma odası olacak orası, çok özel konukları ağırlayacağım. Ama bugün iki arkadaşım beni şaşırttı. İkisi de zaten listemdeydi ama biri bana: 'Nükhetçiğim, yeni blogun hayırlı olsun, bekliyorum dört gözle, davet edersin diye düşünüyorum artık' dedi, bir diğeri de, hangi adrese yollayayım diye sorduğumda: 'Ben sana ayıp olmasın diye yazmadım, söylemedim, zaten sen davet edersin diye düşündüm' demez mi?

Yapmayın etmeyin... 'Ben isterim okumak' ya da 'yok be, ben blog mlog okuyamam, sağol' demek bu kadar zor olmamalı. Ayrıca illa ki şahsen beni tanımak, görüşüyor olmak da gerekmez. Burada keşfetmiş ya da başka bloglarımdan ya da sitemden, köşelerimden tanıyan, okuyan ama özel blogu da görmek isteyen birini, tanıyayım tanımayayım, nereden bilebilirim blogu okumak istediğini? Onlarca insan var tanıdığım, hangisini davet edeyim? Okuyacağını bildiğim ya da okumak isteyenleri. Eh, ben atlayabilirim, bilemiyor tanımıyor olabilirim, bu durumda bir zahmet o kişiler bana 'ekle beni' diyecek.

Bu arada, bunu yapanlar da var zaten. Teşekkürler. :)

Yarım gün turum vardı. Hipodrom, Sultanahmet camii, çarşı, Aya Sofya yaptım. Kapalıçarşı civarında bir sürü eş dost tanıdık var haliyle. Bunlardan biri de Velvet Halı'nın sahibi Rıfat. Rıfat ve oğlu benim komşum olurlar. Tarabya'da yanyana sitelerde oturuyoruz. Ama bunca senedir tek görüştüğümüz yer Nuruosmaniye'dir. Rıfat'ın Tiftik adında deli bir köpeği var. Bayılıyorum ona. O da beni tanıyor, seviyor. Çok şeker şey. Bugün gene yanında getirmiş Rıfat Tiftik haydutunu, ben de bol bol sevdim Tiftikçiğimi ve oynadım onunla.

















Tur öğlen bir gibi bitti ben de hemen Lady'ciğimi ziyarete gittim. Lady artık aşağı kattaki odada kalıyor. Yoğun bakım ünitesinde bir problem yaşıyordu. Serum ile birlikte diüretik de verildiği için haliyle kontrolsüz şekilde çişini yapıyor Lady ve çok titiz bir kız olduğu için insiyaki olarak ve kumdan alışkanlık altındaki büyük pedi eşeliyor ve yerinden oynatıyormuş. Gidip bunun da üstüne oturunca her yeri kirleniyor, her yeri kirlenince de iki günde bir yıkanması gerekiyor. Bu da iyi değil, üşütme ihtimali yüksek diye aşağı kattaki kafeslere aldılar, iyi oldu. Orada altındaki petleri eşeleyip yerinden oynatma şansı yok. Bu gittiğimde yalnızca patileri kirlenmişti. Canım kızım benim, çok titizdir. Yavru kuşum...








Kızımı yukarı kattaki muayene odasına götürdüm, serbest bıraktım biraz yürüsün diye. Her gün geziyormuş zaten klinikte odadan odaya. Bazen oturdu fotoğraftaki gibi, bazen de oradan oraya gezdi durdu. Derdi zoru ameliyathane'de kafeste kalan bir kedi. Ona fıhlamaya gidiyor habire. Zavallı öbür kedicik Lady ile oynamak istiyormuş ama bizimki hemen 'fıhhhh' uzaktan. Bu sefer ama 'fıh' diyen öbür kedi oldu ve Lady de şaşırdı.

Timur'la uzun uzun sohbet ettik. Cuma günü kan tablosuna bakılacak. Cuma Othello da gidecek veterinere normal kontrolüne, şeker ölçümü falan. Lady için dua edin. Üre yüksek çıkarsa daha kalacak orada ve tedavisi de devam edecek. Zaten tedavi bitmeyecek üre düşük çıkarsa da, ama hiç değilse eve gelebilecek. Fakat gene de kötü bir şey olmasındansa orada gözetim altında olması en iyisi. Zaten ona uygulanan tedavi ancak veterinerde kalmasıyla mümkün.

Hayırlısı... Canım kızım benim...

Sonra biraz Tarkan'a uğradım. Cihangir Ecolife. Biliyorsunuz çok yakın Yasin'in kliniğe... Oturdum orada biraz sohbet ettik, bana yeşil çay yaptı sağolsun. Biraz alışveriş yaptım. Sonra eve döndüm.

Bugün 'Fellah Köftesi' yaptım. Vegan tabiî. Et yemem ben, hayvansal hiçbir şey kullanmam. Bilen bilir. Harika oldu bu arada Fellah Köftesi...




Bu, pişmeden önceki hali. Piştikten sonra ve sosla, of yeme de yanında yat. Yok yok, bence yiyin... Mutlaka deneyin siz de. Tarifi benim Vegan blogda var...

Bir gün daha böyle geçti gitti işte...

Bu arada yeni bir yazı yazıyorum. Bu yazı da, Martiros Saryan'ın bir tablosuna deneme olacak... Yakında...

Hâlâ 'Benim Filmimin Müziğini Sen Yap Müzik Tanrısı' yazımın sancıları dinmedi. Biraz zamana ihtiyacım olacak. O yazıda çok fazla açmışım yüreğimi, ruhumu of of... Yaralıyor böyle şeyler haliyle. O yazı nerede mi? Web sitemde, ya da Taş Kahve blogunda okunabilir. Bir düzyazıdır, denemedir. Arto Tunçboyacıyan'a ithaf edilmiştir. Arto'nun 'Gülerken Ağlıyorum' adlı bestesine bir denemedir. Aslında o besteyi dinlerken okuyanlar çok daha farklı bir zevk aldıklarını hatta ağladıklarını bile söylediler. Eh, ben de çok ağladım yazarken...

Sevgiyle kalın...

26 Ağustos 2008 Salı

En Beğendiğim Ressamlar - 2 (Iman Maleki)

Iman Maleki...

1976 Tahran doğumlu. 15 yaşında ilk ve tek hocası, İran'ın en büyük realist ressamı Morteza Katouzian'dan ders almaya başlıyor.

1999'da Tahran Üniversitesi'nin Grafik dizayn bölümünden mezun oluyor. 2000'de de ARA resim stüdyosunu kurup ders vermeye başlıyor.

Müthiş bir ressam. Işıkla, renklerle ve gerçekle bu kadar bütünleşilir.

Beni her baktığımda dumura uğratan Maleki resimlerinin bazılarını sizlerle paylaşmak istedim...



(Memory of that House - 2001)




(A Custodian's House -2001)




(Wish... - 2000)





(A girl by the window - 2000)




(Portrait of a man - 2002)





(The old album - 2006)





(Emigrant - 2003)




(Omens of Hafez - 2003)




(The Window - 2006)

Iman Maleki'nin resimlerinin detayları aslında oldukça ilginç. Bence web sitesine bir bakmakta fayda var. Sayfanın sağında favori sitelerimdeki Iman Maleki linkine tıklarsanız sanatçını eserleriyle buluşursunuz...

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Oradan, buradan, havadan, sudan - 4

Yeni Blog

1 eylül'de yepyeni bir blog başlatıyorum.

Geçen gün baktım, ben blog deryasına 2006 senesinde dalmışım.

Beni tanıyanlar ve okuyanlar bilirler. Yıllardır değişik yerlerde değişik zamanlarda yazılarım yayınlanır. Zaman içinde bunları biraraya toplamak zarureti doğdu haliyle. Ağırlıklı olarak deneme türü ve gezi yazılarıydı yazdıklarım. Bunları öncelikle İz Edebiyat sitesinde yayınlamaya başladım. Güvercinevi (şu sıralar teknik sorun yaşıyor) ve diğer internet sayfalarında da yayınlanmaya başladı yazılarım. Bazı yerlerde köşem olduğu için düzenli yazıyordum.

Sonra, blog serüveni geldi çaldı kapıyı.

Düşündüm, dedim ki: 'Taş Kahve isimli köşelerim var, aynı isimle bir blog açıp yazılarımı orada da yayınlayayım.' Böylece Taş Kahve blogum oluştu. Eski yazıları girmeye başladım. Beğendiklerimi, severek yazdıklarımı vs.

O sırada Türkiye'de vegan vejetaryenlikle ilgili ciddi bir bilgi açığı sezdim. İngilizce yüzlerce web sayfası, blog vs var. Dolu... Ama bir sürü insan var, belki vejetaryen, belki vegan veya değişik türde vejetaryen ve İngilizce hatta başka yabancı dil bilmiyor olabilir. Bilse de o dillerde okumak istemiyor olabilir. Ben biraz Türkçe düşkünüyümdür. :)))) Hemen aklıma geleni uyguladım. Vegan olmuştum yeni, hem kendi bilgilerimi, yemek tariflerimi vs biraraya toplamak, hem de insanları bilgilendirmek için Vegan blogumu başlattım. Sanırım bayağı iyi bir fikirdi. Bu blogum her gün ciddi bir ziyaretçi sayısına ulaşıyor ve kapsamlı bir blog oldu gerçekten. Çok mutluyum o yüzden.

Bir meyhane aşığı olarak, gerçek meyhaneleri son demlerinde yaşayan bir neslin çocuğu olarak, meyhane geleneğini de sürdürmeye karar vermiş bir kişi olarak Taş Meyhane blogu da kaçınılmazdı. Onu biraz ihmal ettiğimi biliyorum, ama bugünlerde onunla da ciddi ciddi ilgilenmeye başlıyorum.

Beni tanıyan ve okuyanlar Mardin'in benim için ne ifade ettiğini gayet iyi bilirler. Bu nedenle bir de Mardin blogu oluştu. Onu yavaş ve emin adımlarla hazırlıyorum. O benim için çok özel...

En güzeli de Not Defteri blogumun, yani bu blogun oluşma aşaması. Düşündüm taşındım, aslında canım ıvır zıvır şeyler de yazmak istiyor. Deftere yazamıyorum, sıkılıyorum bir müddet sonra. Bazı şeyleri not almak gerekebiliyor özellikle yazma serüveni sırasında. Bu ufak tefek şeyler, detaylar genelde yazıları oluşturur, o nedenle de önemlidirler. Not alınmazsa unutulur ya da yarım yamalak hatırlanır ve işe yaramazlar. Deftere, kâğıda not edince kaybolabilirler, unutulurlar ve özellikle benim gibi çevreci biri için 'ağaç katliamı' durumu söz konusu oluverir bahane olarak.

Kendime dedim ki: 'Gel Nükhet, şöyle sevgili günlük tadında bir blog aç!' İyi de etmişim. Arkadaşlarımdan Yasemin dedi ki: 'Bu blog iyi oldu. ben senin diğer bloglarını, yazılarını, siteni falan da takip ediyorum. Ama hep diyordum ki, Nükhet her gün birşeyler yazmalı!'

Evet, ben de bu fikirle yola çıktım.

Bu fikirler sırasında çok şükür harika bir sitem de oldu. O site tam istediğim gibi ve beni çok güzel yansıtıyor. Diğer şeyleri de bloglarda veririm dedim.

Ama Not Defteri de kesmedi... :))))

Ruhumun, gönlümün, beynimin en derinlerine inemedim gene de. Bu durumda dedim ki: 'Haydi bakalım, ruhunun, beyninin, gönlünün rengine göre yeni bir blog oluştur ve gerçekten okumak isteyen, seni seven, seni tanıyan, seni tanımak isteyen, seninle bir şeyler paylaşmak isteyen, senin paylaştıklarını önemseyenler gelsin oraya yalnızca.'





Şu anda alt yapısını hazırlamakla meşgul olduğum yeni blogum Nükhet Everi 1 eylül'de yayında olacak. Davetiyeli, özel, kapalı bir blog olacak. Bu blog benim bozkırım olacak. O yüzden de çok heyecanlıyım...

Şimdi birinci sorun kime davetiye gönderileceği değil, hangi adrese davetiye gönderileceği. Bu nedenle öncelikle bunu araştırmam gerekiyor bu hafta.

Bir de şayet, sen, şu anda bu blogu okuyan kişi, beni tanıyan, beni okumayı seven vs biri isen ve ben de o blogu okumak istiyorum diyorsan bana bir iyilik yap ve hangi adresi kullanıyorsan burada, bana bunu bildir bir şekilde. İster yorum olarak yolla, istersen de nukheteveri@yahoo.com adresime yolla. :)))


Daha daha...


Evet, daha daha ne var?


Bacağım hâlâ feci acıyor. O yüzden hâlâ evde dinlenmedeyim.

Aslında ben geçtiğimiz hafta sonu Mardin'de olacak ve bugün Mardin'den dönecektim. Film ekibi ile mekân bakmaya gidilecekti. Ama işler farklı gelişti. Ekipten Mardin'e gelmek isteyenler çoğalınca ve geçen hafta sonu kimseye uymayınca eylül'e bıraktık bu işi. Bana uyma durumları söz konusu, Mardin projeleri koordinatörü benim ve mekânları ben göstereceğim. Bu nedenle turumun olmadığı bir hafta sonu olması gerekiyor. Neyse, bakacağız artık.


Lady veterinerde... Her aklıma geldiğinde telefon edip Timur'la görüşüp Lady'nin durumunu soruyorum. Bekleyeceğiz biraz daha. Bakalım, iyi düşünelim iyi olsun!


Othello her daim mama derdinde. O kadar ki, mutfakta yaşıyor artık. En ufak bir tıkırtıda uyanıyor ve ayağa dikilip mama bekliyor. Buzdolabı açılırsa hemen hamle edip buzdolabına kafasını sokuyor.





Sabahları kahvaltı sofrasına annemle birlikte oturup onun vereceği kaşar peyniri, yumurta vs gibi şeyleri bekliyor... (Sanki aç, sanki kendi maması yok!)










Bir müddettir ben de her şeyi scan etme derdine daldım. Rehberlikle ilgili, turlarda kullandığım belgeler, gazete küpürleri vs vs, birikip toz edeceğine ortalığı dönüşüm kutularına gitsinler, ben de bunları flash belleklerde saklarım diye düşündüm. Aslında iyi de oldu. Ağırlık da yapmıyorlar, yer de kaplamıyorlar.




Aklımdayken... Bu aralar çantamdan hiç eksilmeyen en önemli şey de mp3 çalarım. Aman ha, belki bir dakika bir boşlukta Arto Tunçboyacıyansız kalırım falan, tütütütü şeytan kulağına kurşun...






Size bir sorum olacak, cehaletime verin. Ben iPod meselesiyle hiç ciddi ciddi ilgilenmedim, araştırmadım.
- iPod almalı mıyım? Alırsam ne tür bir avantajım olur? Ne almalıyım? Nereden almalıyım?
Bu sorularıma cevap verecek birileri olursa çok mutlu olurum.
Sevgiyle kalın...

24 Ağustos 2008 Pazar

En Beğendiğim Ressamlar - 1 (Martiros Saryan)



Düşündüm de, yarım asıra yaklaşan yaşamımda beni en çok etkileyen ressam Martiros Saryan...

Babam çok güzel resim yapardı. Ona ressam demek lâzım. Aslında iyi de bir ressamdı. Turner'i severdi... Işıklı resimleri severdi. İyi ressamlara bayılırdı. Bana İspanya'ya gittiğimde Prado Müzesi'nde gezerken hangi ressamın nesine dikkat etmem gerektiğini anlatmıştı. Şansıma o sene Turner geçici sergisi vardı. Döndüğümde ona bunu anlattığımda ağlamıştı... Prado Müzesi'ni Madrid'e her gittiğimde gezdim ama bir daha hiç geçici sergiye rastlamadım.

Gelelim Martiros Saryan'a...

Ermeni ressamlar çok iyidir. Bunu herkes bilir ve hakkını verir. Ben tüm o ressamlar içinde nedense en çok Martiros Saryan'dan etkilendim. Ermenistan'a gitmeden önce her gün saatlerce onun eserlerini inceledim. Nasıl dokunuyorlar bana, anlatamam. Resmen ruhumu yakalıyor. Sanki ruhumu, kalbimi, beynimi alıyor, soyup ayaklarıma atıyor. Ne sır kalıyor, ne giz... O kadar derine işliyor.

Martiros Saryan 1880 - 1972 yılları arasında yaşamış. 20. Yüzyıl'ın en büyük ressamlarından biri olarak kabul ediliyor.

Saryan'ın çok hoş bir sözü var: "Renk şarkı söylemeli. Her insanın içinde olan hayatın özünün algılanmasını (farkındalığını) dışa vurmalı. Renk kullanırken gördüğümü daha da abartırım ki, çalışmalarımda renkler daha da parlak olsun."

Evet, beni etkileyen öncelikle Saryan'ın kullandığı renkler. Benim renklerim. Benim bozkırlarımın renkleri. Benim içimdeki renkler. Onun resimlerine bakınca cidden kendimi çıplak, savunmasız hissediyorum.

Onun çizimi de beni kavrıyor ve içine çekiyor resmin. Kendimi oraya ait, oradaymış gibi hissediyorum...

Ermenistan'a gittiğimde Raffi'ye Saryan Müzesi'ne gitmek istediğimi söyledim. Beni kapısına kadar götürdü ve kapı açılana kadar bekledi. Beni o kadar iyi tanıyor ki, 'tek başına gez, daha iyi' dedi ve gitti. Büyülenmiş gibi gezdim müzeyi. Müzedeki hanım bana ne var ne yoksa gösterdi, hatta Saryan'ın çalışma odasını bile... Dediklerine göre, aynen bırakılmış. Özel müze zaten. Eserleri değişik müzelere dağılmış halde.





(An April Landscape 1947)




(Mount Aragats 1925)







(Apricot Tree in Blossom 1942)




(Midday Stillness 1924)






(Ararat in Spring 1945)




(The Spell of the Sun 1905)




(Ararat Valley: Picking Cotton 1949)





(Yerevan 1924)



(Wistarias 1923)



Tabiî Saryan yalnızca bunlarla sınırlı değil. Bunlar, benim en sevdiklerim, beni en çok etkileyenler. O kadar farklı çizimleri de var ki...

Müzeden çıkarken ruhumu orada bıraktığımı hatırlıyorum. Yanımda yalnızca Saryan'ın en sevdiğim eserinin posteri ve beğendiğim diğer eserlerinin kartpostalları vardı...

Şu en sevdiğim eserine yakından bakalım bence...



Daha fazla bilgi ve resim için:

Martiros Saryan's Museum http://www.saryan.am/eng/index.html

Armenia by Armsite http://www.armsite.com/

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails