22 Kasım 2009 Pazar

Kum Fırtınası

Düşüncelerim rüzgâr olsa, üflesem ta uzaklara…


Gözlerimi kapatıyorum. Gene o bozkır, gene o otobüs. Ayağımı basmadan üstünden kayıp gittiğim toprak gibi akıp giden zaman içimi acıtıyor. Sapsarı bir ışık gözümü alıyor. Camdan dışarı bakıyorum.

Düşüncelerim rüzgâr olsa, üflesem ta uzaklara…

Evet, bu sefer düşünüp düşünüp susmayacağım… Haykıracağım, bağıracağım, konuşacağım, söyleyeceğim…

Gözüme kaçan şey ne? Bir kum tanesi mi bu? Bir, beş, on… Onlarca, yüzlerce…

Şaşkın bakıyorum kalakalmış öylece. Bozkırda kum…

Gözlerimi kapatıyorum. Yüzüme çarpan her tane canımı yakıyor.

Kahverengi bir dans sarı şehri kendi rengine boyuyor birden… Günlerce çıkmayacak, yapışacak bir renge… Kahverengi.

Sarı şehir kahverengi, evler, damlar kahverengi, dağ, taş kahverengi, kaldırımlar, sokaklar kahverengi, insanların yüzleri bile…

Sıcak vuruyor yüzüme kum taneleriyle birlikte. Yüzümü yakan sıcak mı, rüzgâr mı, kum taneleri mi?

Kara buran gibi ese ese geliyor karşıdan. Dimdik duruyorum sarı şehrin tepelerinde bir yerlerde.

Ben buraya ne zaman geldim? Bozkır nerede?

Ovaya bakıyorum. Dimdik duruyorum.

Döne döne kalkıyor yerden sarı sıcak kumlar. Yüzüme vuruyor rüzgârın sıcak nefesi.

Kara buran üstüme geliyor. Sallıyor, sarsıyor beni. İçim ürperiyor…

Düşüncelerim sarıyor etrafımı, rüzgârın önüne katıp getirdiği kumlar gibi dolanıyorlar etrafımda.

Nefesim yetmez korkarım. Ciğerlerim patlayana kadar üflüyorum. Düşüncelerim rüzgâr oluyor.

Kara buran kumlarla birlikte boşluğa savuruyor beni, önüne katıyor. Katran karası saçlarının bir teline tutunuyorum gecenin karanlığında.

Gözlerin kapalı…

Düşüncelerim rüzgâr oluyor, gelip başını okşuyor.

Otobüsten inenler öğretti bana rüzgâr olup dokunmayı.

Kara buran hâlâ savuruyor beni, bense saçının bir teline tutunmuş… Yüzünü okşuyor rüzgâr, eline değiyor, elini okşuyor…

Ürperiyorsun… Belki üşüyorsun.

Bir Mezopotamya gecesinde, başka bir şehirde…

4 Kasım 2009 Çarşamba

Saydam


Susan Miller okumadan evden çıkmayanlardan mısınız?

Her şeyi bir sebeple erteleyenlerden misiniz?

Mutlu olmak isteyip nasıl olacağını bilmeyenlerden misiniz?

Bir adım atarsanız tüm hayatınızın yörüngesinden çıkıp bambaşka bir yörüngeye gireceğini, her şeyin darmadağın olacağını düşünenlerden misiniz?

Bir şeyleri yapıp yapıp sonra da neden yaptım diye kendisine kızanlardan mısınız?

Bir ay boyunca bir elektronik postayı yarın yollarım diye düşünüp yollamayanlardan mısınız?

Güzel ve iyi bir şeylerin üstünüze üstünüze geldiğini hissedip bir yandan umutlanıp mutlu olurken, öte yandan gelecek olan bu her ne ise ondan korkanlardan mısınız?

Bu böyle uzar gider…

Şimdi ne düşündüğünüzü biliyorum. “Nükhet gene kendi ruh hallerini yazmış” diyorsunuz içinizden.

Yok, pek sayılmaz… Örneğin, Susan Miller okumadan evden çıkmayanlardan değilim. Susan Miller’i ay başında şöyle bir okur ve kenara koyarım. Sonuçta ben de astrolojik haritalar çıkartmayı ve yorumlamayı bilirim.

Her şeyi bir sebeple erteleyenlerden de değilim. Ertelediğim çok şey olmuştur hayatta ama ertelememeyi öğrendim. Artık istediğim ve beni mutlu edecek şeyleri ertelemiyorum. En azından ertelememeye çalışıyorum.

Mutlu olmak isteyip nasıl olacağını bilmeyenlerden de değilim galiba. Ben aslında her dakika mutlu olunmayacağına ama her an mutsuz da olunmayacağına inananlardanım. Mutluluk kavramı üzerine de tartışmayacak kadar yaşadım ve gördüm. Herhangi bir sebeple mutlu olunabilir ve mutluluk o kadar çok şekle girebilir ki… Belki şu olabilir, birkaç farklı mutluluk şekli üstünüze doğru gelince, hangisini tatmak istediğinizi, hangisini yaşamak istediğinizi bilemiyor olabilirsiniz.

Atacağım bir adımın hayatımın yörüngesini değiştireceğini beni alt üst edeceğini asla düşünmedim. Ben macerayı seven ve yarın sıfırdan bambaşka bir hayata başlayabilecek cesarete sahip bir insanım. Hep öyle oldum. Sanırım bundan böyle de değişmem. Ayrıca ben zaten durağan, hep aynı yönde ilerleyen bir hayatı sevemem ki. Sıkılırım. Kısır döngü misali, aynı yörünge üzerinde Rufai dervişleri gibi, dön baba dönelim. Nereye kadar?

Bir şeyleri yapıp yapıp sonra da kendime kızmam. İyi ya da kötü bir şeyler öğreniyor insan. En azından kendime kızmamayı öğrendim ama b
ir ay boyunca bir elektronik postayı yarın yollarım diye düşünüp yollamayanlardanım. Evet. Ne yazık ki öyleyim… Ama bu yazıyı siz okuduğunuzda en azından bunlardan biri gitmesi gereken yere gitmiş olacak. Sanırım böyle yapmamın nedeni de elektronik posta yerine ulaştıktan sonra olacakları biliyor olmam ve yaşayacaklarımı ileriye atıp daha sonra tadını çıkartmak derdinde olmam olabilir (mi?) ya da belki hazır olmadığım ve yükümlülüğünü almak istemediğim bir şeylerin yaşanacak olacağını bilmekten kaynaklanan bir serseri tavır. İleri bir tarihe bırak, zamanı gelince yaparım safsataları. Ama belki de öyledir. Zamanı gelmemiştir, o nedenle yollanmamıştır. (Bahanelerim de hazırmış!)

Güzel şeylerin üstüme üstüme geldiğini hissederim, hatta görürüm; evet, bir yandan umutlanıp mutlu olurum, hatta içim kıpır kıpır olur, öte yandan da gelecek olan her ne ise işte ondan korkarım. Evet, korkarım ama mazoşist bir tavır gibi de gelse bu size, aslında bir düşünün siz de böyle değil misiniz?

Neden yazdım bunları? Bilmem, öylesine, içimden geldi, içimi dökmek istedim.

O elektronik posta da biraz sonra gönder tuşuna basılarak başka bir kıtada ulaşması gereken yere ve kişiye ulaşacak. Ne olacaksa olsun!

28 Ekim 2009 Çarşamba

Bu sene de "Prokopi Pera"

Görünen o ki, bu sene de kış sezonunda favori mekânım, ilk tercihim Prokopi Pera olacak. Akşamüstü, akşam ve gece… Hangi zaman dilimi olursa olsun, tercihim orası.



Sebebine gelince:

Belki dikkatinizi çekmiştir, Türkiye’de genelde bir mekân ne hikmetse açıldığı yıl en iyi dönemini yaşar ve gittikçe düşüşe geçer. Genelde diyorum. Bu tabiî ki her yer için geçerli değil. İşte Prokopi Pera da bu genel tanıma girmeyen mekânlardan. Kalitesinden taviz vermeyen hatta bence her geçen gün daha da iyiye giden bir grafik çizen bir mekân.

Kınalıada’da sezon bitti ama Yudum ve Alex hâlâ hafta sonları balık+ekmek+rakı ya da sucuk+ekmek+şarap gibi hoş tekliflerle adanın son demlerinin tadını çıkarttırıyorlar ada severlere. (Şu adalar ve sorunları konusuna da başka bir yazı ya da yazı dizisi içinde değineceğim.)

İşte böyle ada ve şehir arasındaki koşuşturma içinde nefes almadan çalışan dostlarım Prokopi Pera’ya da kışa merhaba dedirttiler.


Yudum kendisi de rehber olduğu için rehberleri de unutmadı ve bir akşamüstü bizleri ağırlamak nezaketini gösterdi.




Gene çok sıcak ve çok zarifti ortam ve sunum.




Harika şaraplar eşliğinde gelen kanepeler, fondaki güzel müzik ve doyamadığımız sohbetler bizleri de coşturdu ve durmadan yer değiştirdik. Bir bardaydık, bir üst katta, bir dışarıda.

Her şey çok güzeldi.

Prokopi Pera değişmeyen bir kalite ve servis anlayışına sahip. Bu bence onların en büyük artı puanı. Elemanlar gene bildik o güler yüzlü, amatör ruhlu profesyoneller. Mutfak gene bir harika, Yudum da Alex de çıkmıyorlar mutfaktan. Bu sezon müthiş sürprizler var mutfağında Prokopi Pera’nın.

İşin en güzel tarafı da şu: Yudum’un teknolojiye olan merakı ve yatkınlığı sayesinde Facebook paylaşım sitesinde başından beri gerek Prokopi Pera’da gerek Kınalıada Prokopi’de ne zaman ne var hep haberdar olduk. Şimdi de Prokopi Facebook’tan sonra bütün dünyayı sarsan ve cidden çok önemli bir paylaşım platformu olan Twitter’da.

Harikasınız! Her zamanki gibi…

Müthiş bir yaz geçirttiniz herkese adada. Şimdi de soğuk kış aylarını sımsıcak hale getireceksiniz. Biliyorum…

Her zaman dediğimi tekrarlamak istiyorum:

Ellerinize, beyninize, gönlünüze sağlık Yudum, Alex ve emeği geçen herkes.

Herkese tavsiye ederim, gidin ve şımarmanın ve şımartılmanın tadını çıkartın.

Prokopi Beyoğlu

Kurabiye Sokak No. 17 Beyoğlu – İstanbul

Tel: 0212 – 292 59 76

26 Eylül 2009 Cumartesi

Oradan, buradan, havadan, sudan - 16


Tüm olumsuzluklarına rağmen geçen zamanı olumlu olarak değerlendirmek istiyorum. Çünkü ‘her şerde vardır bir hayır’ lafına inanırım ve mutlaka her şey bir başka şey için iyidir vs vs derim…

Uzun zaman oldu, evet… Ben bu süre zarfında neler yaptım ettim.

Öncelikle yazın tam orta yerinde ev değiştirdim. Aynı sitede bir apartman öteye taşınmak iyi geldi. Apartman daireleriyle kuşatılmış bir daireden çıkıp her tarafı ağaçlarla çevrili bir daireye geçmek ruhuma iyi geldi. Aynı site içinde, 20 metre ötede böyle bir değişiklik insanı şaşırtıyor.

Aslında belki de buraya yazamamamın ya da yazmamamın en büyük nedeni de üzerinde çalıştığım senaryo projesi idi. Şöyle veya böyle tamamen o işe döndüm yüzümü. Benim ‘SON VAPUR’ projesini hayata geçirme kararı kesinleşince haliyle oturup adam gibi bir senaryo çıkartmak gerekiyordu. Bu senaryo da grup çalışması olmayacağı ve benim elimden çıkacağı için benim oturup başımın çaresine bakmam gerekiyordu. Bana verilen zaman diliminde çalışıp 1 Eylül’de senaryoyu ekibe teslim ettim ve 15 Eylül’deki toplantıda iyi bir iş çıkardığımı duymak beni mutlu etti. Ama beni de rahatsız eden eksik gedik ve teknik sorunların çözümü için 1 Ekim’e kadar bir zaman verildi bana. Şimdilerde son rötuşları yapmaya çalışıyorum.

Senaryo üzerinde son çalışmaları artık ekipçe yapacağız haliyle. Gelecek sene bahar aylarında çekimler olacak inşallah. Bu arada senaryonun teslim edildiği 1 Eylül’ün ‘Dünya Barış Günü’ olması ve bir sonraki toplantının Hrant’ın doğum günü olan 15 Eylül’e denk gelmesi tesadüf değildi tabiî ki!

Bu sene şöyle ağız tadıyla bir ada sefası yapamadım. O sefayı senaryo üzerinde yapmaya çalışıyorum. Ne de olsa film bir ada filmi olacak. Ada derken Kınalıada ve Burgazada’yı kastediyorum.

15 Eylül’de ne yapacağım konusunda oldukça kararsızdım. Hrant’ın doğum günü olduğu için bazı etkinlikler de vardı haliyle ama ben o tarz etkinliklere katılmayı pek sevmiyorum. Bizi bırakıp gittiği gün olan 19 Ocak’ta AGOS’un önündeki buluşmalara katılıyorum, o başka. Ama birilerinin çıkıp vır vır vır konuştuğu etkinlikler beni çok samimi bir itirafta bulunmam gerekirse bayıyor. Ben onunla yalnız kalmayı tercih ediyorum. Bu benim seçimim. Bu nedenle ya adaya gidecektim ya da mezara. Toplantı olduğu için mezara gitmeyi tercih ettim. İyi de etmişim. İzmir’den gelen bir arkadaşımdan bana eşlik etmesini rica ettim, sağ olsun kırmadı geldi. İyi de oldu. Gerçek anlamda yalnız kalabildim mezarın başında...



Bunun dışında iş konusunda da radikal kararlar almak durumunda kaldım, ki artık zamanıydı. Turizmde işler aslında öyle dışarıya gösterildiği gibi iyi gitmiyor. Büyük bir kandırmaca var. En azından Almanca piyasasında. Ucuz turlar, kitle turizmi ve rehberlere yapılan terbiyesizlik beni senelerdir rahatsız etmekte. Bundan birkaç yıl önce aldığım bazı kararlar doğrultusunda ben zaten bu ucuz turizm işine pek bulaşmıyorum. Örneğin Antalya çıkışlı operasyonlara çalışmıyorum. İyi Anadolu turları, İstanbul’daki gemi turları ve kendi ürünüm tercihlerim.

Benim uzun süredir üzerinde yoğunlaştığım bir iş olan kendi ürünüm, yani Mardin turları oldukça tuttu. Mardin ve bunun yanı sıra Efes’e çok değişik kültür, gurme ve macera turu diyebileceğiniz ürünleri artık bundan sonra (tabiî ki bir turizm acentesi üzerinden) satışa sunuyoruz. Şimdilik iç piyasa (ki ben benimle tura gelen kitleden çok memnunum). Zaman içinde dışarıya da açılır mı bilemem ama, bunlar artık daha spesifik, daha uzmanlık turu tarzı turlar. Oldukça zevkli…


Aslında işin özü şu: Ben o turlarda tura katılanları gezdirmiyorum, kendi evimde ağırlıyorum. (Bu, iş ortağımın saptaması ve beni çok mutlu etti.) Bu nedenle özeller işte!

Gelişmeler kısaca bunlar. Ve buradan da şu dersi çıkarttım:

Ben artık bana dayatılanı değil, sevdiğim şeyleri yapmak istiyorum ve yapacağım!

Bu kadar basit. Bunlar da film işleri ve kendi ürünüm olan turlar.

Kafamda ilerisi için pek çok proje var haliyle. Özellikle de turlarıma alternatif turlar vs. Ama ilk etapta SON VAPUR’a konsantre olduğum için, film konusu beni ileride nereye götürür bilemiyorum. Son Vapur çok önemli. Belki de hayatımın projesi.

2 Mart 2009 Pazartesi

Oradan, buradan, havadan, sudan - 15


Çok ihmal ettim bloglarımı. Biliyorum...

Çok yorgunum, ölüyorum. Ama ölsem de en azından bu yazıyı yazmalıyım.

Son bir aydır çok yoruldum. Her anlamda.

Aslında yaptıklarımdan bir sürü yazı çıkardı, şu bizim film işlerinden tut da yüzleşmelere kadar. Ama onları sonra yaparım.

Kısaca özetlersek: Öncelikle film işleriyle ilgili epey bir yoğunluk vardı. Bakanlığa projeleri yetiştirme telaşındaydık. Üç proje teslim edilecekti, bunların biri şirketin büyük projesi, diğerleri de benim ve Zeynep’in senaryo diyalog geliştirme başvuruları. Toplantı, toplantı, çalışma, yaz, çiz, boz, yap, dramaturji, teknik vs derken son dakikada projeler teslim edildi ve herkes rahat bir nefes aldı.

Nefes aldık almasına da, durmadık. Çalışma aynı hızla devam etmek zorunda. Bu hafta projelerin masaya yatırılıp çalışmaların devam etmesi süreci başlayacak.

Neyse, ben teslimat sonrası hemen kendime bir hafta süre verdim. (O süre 1 Mart itibariyle bitti.) Bu sürede nefes alacaktım. İki tane İstanbul turu çıktı. İyi geldi her anlamda. Neyi istediğimi görmek, neyi nasıl yapmak gerektiği konusunda radikal kararlar almak hatta daha da ötesinde şöyle biraz olaylara dışarıdan bakıp değerlendirmek için gayet de iyi oldu.

1 Mart itibariyle önümde Mayıs ayına kadar kendime tanıdığım bir vakit var. Zeynep’le birlikte bir belgesel için hazırlıkları tamamlamamız gereken süreç bu.

Tam da nefes alma iznine çıktığım hafta karşıma bir olay çıktı. Bizim büyük proje herşey istediğimiz ve hesapladığımız gibi giderse start alacak ama şayet çalışma takviminde bizi aşan bazı nedenlerden dolayı bir sarkma yaşanırsa, boş durmayacak ve benim kendi projemi devreye alacaktık.

Çok heyecanlandım. İsmini ‘Son Vapur’ koyduğum (ismi Zeynep buldu) bu proje aslında 1995’ten beri kafamda planladığım, şekillendirdiğim bir işti. Geçen seneye kadar da ne olacağı belli değildi. Ama 2007’deki beklenmedik gelişmeler ve geçen yıl aldığım bir kararla proje yeni şeklini aldı, bir senaryo formatına girdi.

Ben projemi birkaç yıl bekletme düşüncesindeydim ama şimdilerde öyle düşünmüyorum. Herşey olacağına varıyor. Eğer şimdi olacaksa şimdi olacaktır diyorum ve şöyle düşünüyorum: Durum öyle veya böyle, ne olursa olsun bu senaryo Mayıs ayına kadar hazır olmak durumunda.

Çekim öne alınırsa kimse hata yapma riskine girmek istemeyeceği için, bu haftadan itibaren çok ciddi toplantılar, görüşmeler ve müthiş bir koşuşturmaca ile çalışma temposu beni bekliyor demektir.

Yaparım... Sorun değil. Şu yorgunluğun bile öyle güzel bir tadı var ki...

Bu son hafta garip duygular içindeydim. Uzun zamandır gitmediğim gidemediğim Kumkapı’da çok ağır bir acı, sancı hissi beni kapladı. Nedenini biliyorum, Hrant’ın cenazesinin kalktığı kilisenin yakınındaydım ve o kadar ağır bir enerji ve acı kaplıyordu ki etrafımı... Benim için ölmemiş bir insan için böyle hissetmek çok büyük bir travma gibi...

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Yedikule Zeytinburnu arası oldum olası, senelerdir nedense hep ezer içimi, ruhumu... Kaç kere geçtim bu son hafta oradan. İçimi kanırttı garip bir duygu... Nedenini biliyorum, Hrant’ı toprağa verdiğimiz yer... Demek ki, yıllar yılı hep bu acının ön dalgalarıymış içimi kemiren.

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Taksim’de salıyorum grubu ve İstiklâl Caddesi’ndeki yüzlerce insandan biri olmak için kalabalığın arasına karışıyorum. Ama nerede? Gelip ok beni buluyor. O kalabalığın içinde kalbime küt diye saplanıyor. Ölüyorum sanıyorum. Sancının üstüne gitme kararı beni İstiklâl (Arkadaş) Kitapevi’ne getiriyor.

Kapıdan girer girmez müzik bölümündeki tanıdık ‘arkadaş’ yüz, hal hatır sorduktan sonra nerelerdeydin diye sitem eder gibi bakıyor suratıma. Aslında geçenlerde uğradığımda da o yoktu. Bir an düşünüyor ve ‘Arto ve Yaşar Kurt albümü geldi’ diyor. Daha yeni gelmiş. Kaç zamandır bekliyorum. Hatırladığına seviniyorum, Arto’nun Ara Dinkjian ile yaptığı ‘Tears of Dignity’ albümü de Türkiye’de çıkmış, uzatıyor. İkisini de alıyorum.

Kitap bölümüne gidiyorum. Hayda, gene aradığım kitapları başka yere koymuşlar. Kasaya gidip her daim görmeye alışık olduğum ‘arkadaş’ yüzlere: ‘Şu kitapları başka yere koymasanıza, bulamıyorum’ diyorum. Her sefer aynı lafı duymaktan bıkmayan ‘arkadaş’ bana başka bir ‘arkadaş’ı gösterip ‘o bulur şimdi’ diyor. Yüzündeki dost ve tanıdık gülümsemeyle ‘arkadaş’ aradığım kitabı soruyor. ‘Taner Akçam’ın yeni kitabı... Geçen hafta burada duruyordu bir sürü’ diyorum. Gülümseyen ‘arkadaş' yürüyor, ben de peşinde. Dev cüsseli ‘Tehcir ve Taktil’ Divan-ı Harb-i Örf-î Zabıtları İttihad ve Terakki’nin Yargılanması 1919-1922 isimli kitabı bulup ‘ben de okuyorum, çok iyi bir kitap’ diyor. Gene Taner Akçam’ın ‘Ermeni Meselesi Hallolunmuştur’ Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar isimli kitabını uzatıyor. ‘Bunu da oku!’ diyor. Alıyorum ikisini de. Taner Akçam’ın başka bir kitabına uzatıyor elini. İçim burkuluyor. ‘O var bende, Hrant hediye etmişti’ diyorum. Sesim alçalıyor, ‘hem de imzalı’... Buruk gülümsüyor ve sanırım bir anda buruklaşan ve acı dolan havayı dağıtmak için ‘Taner Akçam mı imzaladı?’ diye soruyor. ‘Hayır, Hrant’ diyorum. Buruk gülümsüyor ve hemen burnuma bir başka kitap uzatıyor: Dilek Güven’in 6-7 Eylül Olayları isimli kitabı. ‘İyi mi?’ diye soruyorum. ‘Çok iyi’ diyor. Kitapları alıp müzik reyonuna yöneliyorum. CD’leri bana uzatan arkadaşa Arto’nun cd’sindeki son parçayı çalmasını rica ediyorum. Hemen bilgisayardaki kayıttan basıyor ‘Nefrete Kine Karşı’ isimli şarkıya, sesi açıyor.

Dükkân ve sokak inliyor Arto’nun sesiyle: ‘Bizler Hrant’larız, bizler insanlarız. Nefrete kinlere karşı olanlarız...’ İçim eziliyor.

Şarkıyı sonuna kadar dinleyip parayı ödüyorum ve çıkıyorum. Sersem gibiyim. Biraz vaktim var. Pia’da (Sarı Kahve) bir kahve molası kararı alıyorum. Uzun zamandır uğramamıştım. Kahvemi içiyorum, senaryom için notlar alıyorum. İyi geliyor. Çıkıyorum. Kulaklıkları takıyorum...

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Biraz daha vakit var. Bakırköy Galleria’da bir mola verebiliriz. Bakırköy sokaklarını ve Galleria’yı gösteriyorum turistlere. Ben kendimi sokaklara onlar da Galleria’ya atıyoruz. Yürüyorum ağır ağır. Bakırköy’de benim yazıya dökemeyeceğim bir enerji vardır. Onu hissediyorum gene... İstanbul caddesine doğru ağır ağır yürüyorum. Dadyan okulu ve Surp Astvadzadzin kilisesinin önünden geçiyorum.

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Beyaz Adam Kitapevi karşımda duruyor. Öksüz çocuklar gibi bakıyor... Bir hüzün hissi içimde. Derin bir nefes alıp yolun karşısına geçip yan kapıdan içeri giriyorum.

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Bana her zaman kocaman görünen kitapevi her nedense minnacık geliyor gözüme. Olduğu yerde büzülüp kalmış bir çocuk gibi, küçücük, yalnız ve çaresiz. Derin bir nefes alıp üst kata çıkıyorum. Tanıdık dost yüz içimi burkuyor... Ne kadar da benziyorlar birbirlerine... Offf... Neyse beni görmeden biraz etrafa bakınayım... Kitapların arasında dolaşıyorum...

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Bulamıyorum aradıklarımı. Kasaya yöneliyorum. Kasanın karşısındaki raflara laf olsun diye göz atıyorum ve Hrant’ın ‘iki Yakın Halk, İki Uzak Komşu’ isimli kitabını görüyorum. Yapayalnız öylece tek başına duruyor orada. Alıp göğsüme bastırıp seve okşaya kasaya gidiyorum. Tanıdık dost yüz beni görünce tanıyor ve ne diyeceğini bilemiyor belki, bir an için duraksıyor ve sonra yüzünü kaplayan hüzüne rağmen gülümsemeye çalışıyor. Kitabı uzatıyorum: ‘Bunu sarar mısınız? Hediye olacak...’ diyorum. Kitap hemen paketlenmeye gidiyor. Karin Karakaşlı’nın Cumba ve Ayfer Tunç’un Bir Deliler Evi’nin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi isimli kitapları alıp parayı ödeyip çıkarken, tanıdık dost yüz ve ben birbirimizi anlayan bir bakışla acı acı gülümsüyoruz. Çıkıyorum Beyaz Adam’dan... Bir AGOS gazetesi alıp geldiğim yolu yürüyerek geri dönüyorum.

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Eve dönüş yolunda Karin’in kitabını biraz inceliyorum. Bildiğim yazılar ama hepsini okumak istiyorum. Aklıma eski günler geliyor. Karin'in ne kadar işi olursa olsun, gazeteye uğradığım zaman beni mutlaka odasına buyur edişi, kısa da olsa bir sohbeti asla çok görmeyişi, genelde de mutlaka gülecek bir şeyler buluşumuz, Hrant’ın ‘Karakaşlııııııı!’ diye seslenişi geliyor aklıma...

Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

Bu yazıyı yazıyorum ama bu arada iki kez mimlendiğimi biliyorum. Teşekkür ederim ve derhal cevaplayacağım... Ayrıca evet evet biliyorum, Bozkırdaki Otobüs yazım yazılıp konacak vitrine... Yazı hazır da, buraya getirilmesi gerekiyor...

Şu anda hâlâ aynı şeyi yapıyorum:
Arto Tunçboyacıyan’ın ezgileri kulağımda... İçim eziliyor...

18 Ocak 2009 Pazar

Hrant'ı Okumak ve Okuduğunu Anlamak


Hrant Dink barış adamıydı. Dostluk, kardeşlik, birlikte yaşamak, eşitlik kavramlarını en güzel anlayan ve anlatan adamdı.

Ama ne yazık ki bu birilerinin hiç de işine gelmedi. Göz göre göre, 2004 senesinden başlayarak, iki sene önce AGOS gazetesi önünde kalleşçe katledilişine kadar geçen zamanda tehditler ve her türlü saldırı karşısında yalnız bırakıldı.

Bizim toplumumuzun ne yazık ki çok acı bir hastalığı var. Bu hastalığın adı, ‘bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak’.

Birileri vardır ve bunların amaçları bellidir. Bunlar giderler, herhangi bir yazının ya da kitabın içinden bir cümleyi cımbızla çeker ve bunu gündeme getirip cahil zümreyi hezeyana getirirler. Bir şey yapmasına gerek yoktur bu birilerinin, zaten özellikle cahil bırakılmış belli bir zümre hemen atlayacaktır ne hikmetse böyle bir olaya. Ve hemen ‘Vatan, Millet, Sakarya’ çığlıklarıyla linç girişimlerinde bulunacaklardır. Ne için kullanıldıklarını, ne halt ettiklerini bilmeden.

Belleksiz bir toplumuz ne yazık ki! O nedenle biraz geriye gidip bakalım olaylara.

Hrant Dink benim çok eski dostumdur. Onu 1996 senesinde AGOS gazetesini çıkartmaya başlamasından önce de, örneğin Beyazadam Kitapevi sebebiyle tanıyan pek çok insan vardır.

Ben çok şahit olmuşumdur Hrant’ın uzlaşmacı kişiliği sebebiyle pek çok kereler eleştiri oklarının hedefi olduğuna. Hrant abuk sabuk ön yargılara karşı her zaman bıkmadan, usanmadan ve yılmadan savaş verdi. Gün geldi diasporadan, gün geldi cemaatten ve pek çok zaman da içimizdeki belli bir kesimden eleştiriler aldı.

Benim her zaman en çok takdir ettiğim tarafı, devlet ve resmi çevrelerde, milliyetçi/muhafazakâr kesimlerden kaynaklanan önyargılara karşı vermiş olduğu mücadeledir.

AGOS Gazetesi 26 Şubat 2004 Perşembe günü bir saldırıya uğradı. Bir Türkiye gazetesi! ‘Olacak şey değil’ diyemedim ve fazla da şaşırmadım. Gerçi her zaman bazı tehditler vardı bildiğim kadarıyla, ama ciddiye alınacak şeyler değildi. Ama bu seferki ağır ve çirkin bir olaydı. Hâlâ nefretle kınıyorum o olayı, ama beklemiyor da değildim böyle bir ahlâksızlığı. O olayın öncesinde Hrant hangi televizyon programına çıksa, karşısına kudurmuş gibi, neredeyse ağzından salyalar akarak ona saldırmak için hazır bekleyen birileri vardı. Saldırıya da geçiyorlardı. Hrant bunları başarıyla püskürtüyordu her seferinde.

O dönem AGOS gazetesinde yayımlanan Sabiha Gökçen ile ilgili iddialar ve özellikle de Hürriyet Gazetesi’nin bunu manşete taşıması olayları kızıştırdı. Sanki memleketin namusu elden gitmişti. İnanılmaz bir rezillik sergilendi pek çok çevre tarafından. Sanki Ermeni olmak suçmuş gibi davrandı bazıları. Ben kendi adıma çok utandım olanlardan, yapılanlardan, yazılan ve söylenenlerden. Yüzüm kızardı. Kendimi çok kötü hissettim.

Birileri bu olaya çanak tuttu. Türk tarihini ve Anadolu topraklarının binlerce yıllık geçmişini sadece Osmanlı’dan ibaret sanan bir cahil ve kültürsüzler ordusu da sarıldı kaleme. Yazılanlar, çizilenler, söylenenler rezillik boyutlarına ulaştı zaman zaman. Kimsenin anlam veremediği bir süreç başladı. Doğru ve güzel bir şeyler yazanların yazıları biraz gümbürtüye gitti, hatta zayıf ve hafif kaldı. Çok kısa bir zamanda herkes birer birer gerçek yüzünü göstermeye başladı. Hatta bir zamanlar Türkiye’nin en prestijli gazetelerinden birinde, bir kişi okuduğunu anlamaktan aciz bir şekilde, Hrant’ın aslında pek de güzel olan bir yazısının orasından burasından alıntılar yaparak olayı tırmandırdı.

26 Şubat 2004 Perşembe günü AGOS Gazetesinin önünde ülkücüler bildiriler okumaya, Hrant Dink’e yönelik ölüm tehditleri içeren sloganlar atmaya başladılar. İşin en ilginç yanı ise, bu ‘izinsiz’ gösteriye ve atılan tehdit sloganlarına rağmen polisin müdahale etmemesi, orada onca televizyon kanalının çekim yapmasına rağmen bu haberin kamuoyuna yansımaması, gazetelerde bu vahim olaya yer verilmemesi, Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin ve Çağdaş Gazeteciler Derneğinin herhangi bir basın açıklaması yapmaması...

Bütün bunlar çok düşündürücüydü. Benim en vahim bulduğum konu ise, vatan sevgisinin kimlere kaldığıydı! Bunlara mı kalmıştı? Ayrıca bunlar vatanperver falan değil, hepsi vatan hainiydi aslında. Nasıl oluyor da vatan sevgisini kendi tekellerinde görme hakkına sahip oluyorlardı? Keşke bunların hepsinin toplam vatan sevgisi Hrant’ın Türkiye sevgisinin milyarda biri kadar olsa!

Böylece ne yazık ki, geriye sayım başladı ve bugünlere geldik.

Ben Hrant’ı eleştiren pek çok kişinin Hrant’ın yazdığı onlarca yazıyı, yaptığı onlarca söyleşiyi okumadığını çok iyi biliyorum. En büyük eleştiriye sebebiyet veren sekiz bölümlük yazı dizisini okumadıklarını da. Ama o yazı dizisinden diasporaya söylediği bir lafı cımbızla çekerek Türklüğe hakaret olarak algılayıp linç harekâtına başladıklarını tüm toplum, hatta tüm dünya biliyor. Oradan buradan, kulaktan dolma şeylerle eleştiri oklarını hedefe yönelttiklerini de. Beni en çok şaşırtan da, zamanında Hrant’ın hakkında söylemediği lafı bırakmayan ya da 2004’deki olayda kılını kıpırdatmayan bazı kişilerin Hrant’ın katledilişinden sonra onu öven yazılar yazma cesareti göstermeleriydi. Kendilerinde nasıl bir hak gördülerse artık?

En vahimi de, keşke bazı insanlar ‘okuduklarını bile anlamaktan aciz’ olsalar. Keşke bazıları okusa da, anlamasa. Okusun, anlamasın, eleştirsin. Bir şekilde o kişiye anlamadığı ya da yanlış anladığı anlatılabilir ya da buyursun beni ikna etsin. Ama ne yazık ki, tüm olan biten zaten okumayan, oradan buradan duyduğu saçma sapan şeylerle yetinen kişilerin başının altından çıkıyor. Buna cahillik mi dersiniz, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak mı dersiniz, ne dersiniz bilemem. Ama bir cümleyi cımbızlayıp içeriğini bile bilmediğin bir yazı hakkında konuşamazsın. Buna kimsenin hakkı yoktur.

Geçtiğimiz yıl, Hrant’ın katledilişinin birinci yıldönümünde bir kitap çıktı piyasaya. Uluslararası Hrant Dink Vakfı Hrant’ın yazdığı ve yayımlanmamış olan kitabını ‘İki Yakın Halk, İki Uzak Komşu’ adıyla yayımladı.


Bence bu kitap her Türk vatandaşının mutlaka okuması gereken bir kitap. Aslında tercüme edilip tüm dünyaya okutulması gereken bir kitap. Ermenistan’da yaşayan Ermenilerin de, diaspora Ermenilerinin de okuması gereken bir kitap.

Hrant’ın Türk Ermeni ilişkisizliği üzerine yazdıkları elbette yazıldığı dönemde de yeni görüşler değildi. Onun on yıl boyunca yazdıklarının ve konuştuklarının birer özetiydi.

Kitabın sunuş bölümünde Hrant şöyle diyor:

“Dikkatinize sunduğum bu çalışma da işte, kendi durduğum noktadan kendi bakış açımın bir ürünü.

Ve hemen belirtmem gereken husus o ki, bu çalışma sadece Türkiyeli Ermeni Hrant Dink’in bakış açısıdır ve kesinlikle tüm Türkiye Ermenilerinin bakış açısı olma iddiasını taşımaz.

Kendi durduğum noktanın koordinatları ise şöyle:

Benim iki kimliğim var ve ikisinin de bilincindeyim.

Birincisi Türkiyeliyim, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıyım...

İkincisi de Ermeni’yim.

Üstelik her ne kadar Türkiye Ermeni Toplumu’nun bir parçası olsam da aynı zamanda Ermenistan’ın ve dünyaya dağılmış Ermeni Diasporası’nın da moral bir parçasıyım, o insanların soydaşıyım.

İşte tüm bu nedenlerle eğer birileri tek bir nedenle dahi Türk-Ermeni ilişkilerinin düzelmesini istiyorsa, benim nedenim en azından iki kat daha fazla.

Beni hangi kimliğimle ele alırsanız alın, farketmez...” (Sayfa 2)



Kitap ilişkisizliğin yakın tarihini, resmi ve sivil alandaki temas çabalarının nasıl boşa çıktığını, hangi merciler tarafından baltalandığını anlatarak başlıyor. Türkiye – Ermenistan ilişkisizliğini besleyen nedenleri de üç başlıkta topluyor: Tarih, Travma, Paranoya. Bu bölümde tüketilen miras olan tarihsel ilişki, Ermeni dünyasının ruh hali ya da ağır mirası travma ve Türk ulusal kimliğinin temel harcı paranoya masaya yatırılıyor. Ne yapmalı, ne yapmamalı konusunda da tarihin üstüste pek çok şifresi olan kilidinin nasıl açılabileceğini ve kilidi açılabilirse o tarihin nasıl aşılabileceğini anlatıyor. Ama tüm bunları başarabilmek için de resmi tez, resmi temsil ve sivil alan üçgeni arasındaki farklı duruşları ve etkileşimleri de kavramak, bunların ayrımına varmak gerekiyor. Korkunun yerine arzuyu koymak gerekiyor.

Kitabın sonsözünde şöyle diyor Hrant:

“Türkiyeli bir Ermeni olarak değişik adreslere konuşmak durumunda kalırken özellikle iki noktaya özen gösterdim. Birincisi hitap ettiğim adrese karşı eleştirel durabilmeye, ikincisi bu adresleri birbirine karıştırmamaya... Ne yazık ki, aynı özeni, hitap ettiğim adresler çoğunlukla göstermediler. Avrupalılarla konuşurken Avrupalıları eleştirdim ama bu eleştirilerimden Ermeniler ya da Türkler kendilerine pay çıkarıp söylemleri yerdiler ya da övdüler. Türklerle konuşurken Türkleri eleştirdim ama buradan da Avrupalılar ya da Ermeniler kendilerine pay çıkarıp eleştirileri yerdiler ya da övdüler.

Tabiî Ermenilerle konuşurken de Ermenileri eleştirdim ama bundan da özellikle Türkler kendilerine pay çıkarıp saptamaları yerdiler ya da övdüler. Sanırım bu benim gibi biri için bundan böyle de kaçınılmaz bir handikap olacak. Ama ne çare ki bu duruma karşı benim samimi durmak dışında başkaca alabileceğim bir tedbir de yok. Adresler beni şaşırsa da ben adresleri şaşırmayacağım, hepsi bu...” (Sayfa 74)


Adreslerin onu ne kadar şaşırdığı, kalleşliğin olayları nerelere getirdiği bugün malûm. O nedenle sunarken bölümüne geri dönüp baktığımızda:

“...artık söylemlerimizin anlaşılır olması ve ayaklarının üstünde sağlam durması gerekir.

Ne demek istediğimizi her zamankinden daha iyi anlatabilmemiz gereken bir süreç yaşıyoruz.

Söylemlerimizin ayrıntıları dahi bu açıdan hayli önem taşıyor.

Aksi durumda söylenenlerin tahrif edilmesinin, sağa sola çekilmesinin veya amaçları dışında kullanılmalarının önüne geçmek mümkün değil.

Bunu yapmak için de maşallah hem Türkiye içinde hem dışarıda ‘hazır kıta’ bekleyen odaklar fazlasıyla mevcut.

Bu mütevazı çalışmanın tüm bu ayrıntılar dikkate alınarak değerlendirilmesini diliyorum.” (Sayfa 4)


sözleri bugün geldiğimiz noktada bu kitabın okunması ve ondan da önemlisi okuyanın okuduğunu anlaması gerekliliğini gözler önüne seriyor.

Bu kitap o zamanlar, kalleşlik kapıyı çalmadan yayımlansaydı bir şeyler değişir miydi? Değişmezdi. Çünkü tüm bunlar yıllarca söylendi, dile getirildi. ‘Hazır kıta’ bekleyen kalleşler zaten gene cımbızlar gene aynı şeyi yapardı.

Bu kitabı okuyun, herkese de okutun. Belki biraz ufuk açar, belki yaralara merhem olur.

15 Ocak 2009 Perşembe

4

Şu bizim aydan zıplayıp dünyaya düşen kedi var ya hani şu Aydan Atlayan Kedi diye de bilinen, beni mimledi. Aslında ben gidip sazan gibi kendimi mimlettim. O da pat diye kafama mim attı! Puh!

Efendim, emriniz olur kedi hanım, hemen mime cevap yazalım.
Mim'in konusu şu: "Yaptığım 4 işi, defalarca izleyebileceğim 4 filmi, yaşadığım 4 yeri, izlediğim 4 tv programını, tatil için gittiğim 4 yeri, en sevdiğim 4 yemeği, hemen şimdi olmak isteyeceğim 4 yeri ve bir yağmur damlası olsaydım düşmek isteyeceğim 4 yeri" yazacakmışım. İstersem hepsine istersem yalnızca yağmur damlası bölümüne cevap yazacakmışım.

Ben hepsini cevaplamak istiyorum.

Yaptığım 4 iş: Ben bu soruyu herhalde yapmaktan zevk aldığım dört iş olarak cevaplamak gerekir diye algıladım.

1- Rehberlik: Bu benim mesleğim ve ben mesleğimi seviyorum, hatta ona aşığım. Rehberliği de TR'nin her yerinde zevkle yapıyorum. Güzel bir İstanbul turu, GAP turu, benim organize edip programını yazdığım Mardin turu, Doğu Anadolu ya da Karadeniz'de bir tur, Ege'nin özellikle kuzeyinde yaptığım turlar, Efes turu, Afrodisias turu vs.

2- Yazmak: İşte bu hastalık derecesinde, tutku derecesinde bir şey benim için. Bana mutluluk veren bir şey.

3- Oyuncu koçluğu ve eğitimi: Özellikle tiyatro konusunda Grotowski ve Barba metodlarıyla verdiğim dersler, yaptığım workshoplar. Oyuncu koçluğu. TR'de oyuncu koçu adama mesleğini öğreten, oyunculuk öğreten kişi diye algılanır ama öyle değildir. Oyuncu koçu dış gözdür. İyi eğitimli de olsa her oyuncu oyuncu koçuyla çalışmalıdır.

4- Sosyal projeler: Kadınlara, çocuklara ve çocukların eğitimine yönelik sosyal içerikli (özellikle de Güneydoğu Anadolu'da) projelerin her safhası.

Defalarca izleyebileceğim 4 film:

Bu çok basit...

1- Sarhoş Atlar Zamanı

2- Uçurtma Avcısı

3- Olağan Şüpheliler

4- Frekans

Yaşadığım 4 yer:

Valla ben bunu da hem yaşadığım hem de yaşamaktan mutlu olduğum yerler olarak algılıyorum. Bu nedenle:

1- İstanbul / 2- Viyana / 3- Havana / 4- Ankara

diye kısaca özetleyerek geçiyorum.

İzlediğim 4 tv programı:

Sanırım bu da en hoşlandıklarım anlamında algılanmalı. Çünkü ben çok şey seyrederim ama cevap basit. İllâ da bugünden olması gerekmez sanırım...

1- Her ne yaparsa yapsın Okaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaan Bayülgeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeen programları... Gece Kuşu, Zaga, Makina, Disco Kralı gibi. Ama NTV'deki programı da tabiî ki.

2- Ben güzel dizileri de severim... Aşk-ı memnu, Hatırla Sevgili, Sıla, Adanalı, Çemberimde Güloya, Kırık Kanatlar, Yol Arkadaşım vs vs pek çok bu ve buna benzer dizi. Gerek beğendiğim için, gerek senaryosu için, gerekse tanıdığım oyuncular ya da benim de öğrencim olan oyuncuları seyretmek için...

3- Haber ve tartışma programları. Bu konuda isme gerek yok. Duruma, konuya, katılımcılara göre değişir.

4- Ne yaparsa yapsın, gak dese ekrana burnumu dayayıp seyredeceğim biri de Mete Belovacıklıdır. Bir zamanlar CNN Türk'te Cafe Siyaset'i yaparken turlarımı bile ona göre ayarlardım. :)))) Şimdilerde ATA TV'de ve ben onu seyretmeye doyamıyorum.

Tatil için gittiğim 4 yer:

Ben gene bana bir şey ifade eden, orada olmaktan mutlu olduğum yerleri sayayım. Her ne kadar rehber de olsam, çalıştığım yerlere de gidip tatil yapıyorum haliyle. Çok yer gördüm, çok yere gittim ama benim için en önde gelen ve özel yerler:

1- Mardin: Seviyorum, tapıyorum, ölüyorum, bitiyorum. Özlemi içimi yakıyor. Bir bahaneyle her fırsatta gidiyorum.

2- Erivan: O kadar seviyorum ki, benim başka yerlere özlemimi bitirdi içimde.

3- Cunda: Dünyanın en güzel yerlerinden biri, benim mutlu olduğum yerlerden biri.

4- Selçuk / İzmir: Orada hissettiklerimi, dugularımı anlatmak pek öyle mümkün değil. Orası belki de ilk aşkım benim.

En sevdiğim 4 yemek:

Ben vegan vejetaryenim. Benden öyle sağlıksız şeyler beklemeyin... :))))

1- Makarna (sosunu ben hazırlayacağım, vegan blogumda tarifi var)

2- Mercimek ve Çilav.

3- Yemekten sayılmaz ama Topik. Hayatım hep en iyisini aramakla geçer ve ne güzeldir ki, tanıdığım herkes de pek güzel yapar topiği.

4- Vegan Pizza (hamurunu, sosunu kendi yaptığım, peynir olarak silken tofu kullandığım ve herkesin de çok beğendiği ve tarifi vegan blogumda da olan pizzam).

Hemen şimdi olmak isteyeceğim 4 yer:

1- Mardin

2- Kınalıada

3- Atina (orada o kadar çok bekleyen eşim dostum var ki, aslında hemen şimdi gitmem de gerekir)

4- Şile ya da Ağva

Bir yağmur damlası olsaydım düşmek isteyeceğim 4 yer:

Yalnızca bir tek yer var, o da okyanus. Okyanusta bir damla olmak duygusunu ben Hindistan'da yaşadım ve o duyguyu çok sevdim. Evet, bir yağmur damlası olsaydım okyanusa düşmek isterdim.

Benden bu kadar...

Bu mim'i kimlere paslayayım? Buldum:İko, Merail, Borsalino, PortakalMavisi, Arjantin'denPapağanGibiYazılar ve tabiî arzu ederse Zeynep...

Haydi bakalım!

12 Ocak 2009 Pazartesi

Teşekkürler Caner



12 Ocak 1978 - 12 Ocak 2003. Tam 25 yıl. Hayatımın en mutlu yılları.

Bunun için sana teşekkür ederim Caner.

Hiç kimsenin gelişi senin gelişin gibi mutlu etmedi. Hiç kimsenin gidişi de senin gidişin gibi yakmadı, acıtmadı.

Sen canım oldun, sırdaşım, arkadaşım, dostum, akıl hocam, herşeyim.

Ben çok şanslı ve mutlu bir insanım aslında, çünkü sen gerçek sevgiydin. Gerisi yalan!

İyi ki vardın! İyi ki varsın!

Teşekkürler Cankom!

10 Ocak 2009 Cumartesi

Bir Yazının Anımsattıkları


Bugün sevgili arkadaşım, dostum ve meslektaşım İlknur'un blogundaki 'KAR' yazısı bana bir şeyleri anımsattı, sizlerle paylaşmak istedim. Aslında mesele kar ve şehir, özellikle İstanbul. Ama bu konu beni bambaşka bir yere götürdü. 2003 senesinde Davos'ta yaşadığım bir olayı hatırlattı bana İlknur'un yazısı ve benim o yaşadığım olay üzerine yazdığım bir yazıyı. Ama bakın sonunda benim yazı nerelere gidiyor ve kaç sene önce yazılmış ve düşünün bakalım ne değişmiş?


Ne yazık ki, hâlâ bu yazı güncel. Paylaşmak istedim sizlerle... Fikirlerinizi bekliyorum, tv programlarının adları ve turizmin dibe vurması dışında değişen ne var?



TÜRKİYE BU MUDUR?


Tarih: Haziran 2003. Yer: Davos.

Hava serin ama güneşli. Bir kahvenin bahçesinde Gülçin, Gürsel, Serap ve ben oturuyoruz. Gözümde gözlüklerim başımı geriye doğru atıp koltukta biraz kaykılıp bacaklarımı uzatmış güneşin burnumu gıdıklamasının keyfini çıkartıyorum.

Serap sessizliği bozuyor: “Bunlar halletmiş işi. Huzur boyutu burası vallahi. Ben burada yaşayabilirim.” Diğer kızlar da onaylıyorlar.

Beynimden vurulmuşa dönüyorum birden. Yerimde hızla doğrulup, gözlüklerimi çıkartıp hepsinin gözlerinin içine tek tek ve kötü kötü bakarak: “Ben asla yaşayamam. Delirdiniz mi siz?” diyorum. Biliyorum, hepsi bana bakarken asıl benim delirdiğimi düşünüyorlar.

“Olur mu, bir düşünsenize” diye devam ediyorum, “Bu adamların hayatı ne kadar sıkıcı. Sabah kalk, işe git, akşam eve dön, hayat garanti, iş iyi, paran kıymetli. Düşünecek bir şeyin yok. Bunlar Allah bilir ya, başbakanlarının adını bile bilmiyorlardır. Ben böyle yaşayamam, ne o öyle robot gibi? Sabah uyandığında hemen ‘aman bugün borsa ne olacak, hükümet düşer mi, akşama bizim başbakan halâ başbakan mı, işe yetişebilecek miyim, eve vaktinde dönebilecek miyim, trafik tıkanmış mıdır, benzin zam görecek mi bu hafta, maaşım beni ay sonuna kadar idare eder mi’ gibi soruların sorulmadığı bir ülkede, adrenalinin Istanbul gibi tavan yapamadığı bir şehirde yaşayamam ben, kusura bakmayın!” deyip, gözlüklerimi takıp arkama yaslanıyor ve burnumu güneşe bırakıyorum.

Bana hak verir gibi yaptılar, güldürler falan ama eminim ‘delirdi’ diye düşündüler. Ben de onların Davos’ta huzurlarını bozmuş olmanın getirdiği zevkle sadistçe sırıttım. Ama gözlerimi göremedikleri için gülümsüyorum sanmış olmalılar.

Hani bugünlerde herkes konuşuyor ya, Türkiye’nin %49’u mutluymuş, nasıl olur falan diye. Oradan aklıma geldi vallahi. Başka bir niyetim yoktu yani.

Aslında bu yazıyı tetikleyen Antalya Belek’te bir otelde gördüğüm bir olay. Belki bilirsiniz, belki de bilmezsiniz ama Türkiye’nin cennet köşelerinden sayılan Antalya sadece yazın tıklım tıklım dolmaz. Esas gerçek turizm Şubat ayından itibaren Almanların gelmesiyle başlar. Yazın yerini deniz kenarı tatilcilerine bırakıp, Eylül ayından itibaren gene aktif turizm hareketine geri döner. Almanca rehberler de Antalya’ya yollanırlar mecburen. Bir otelde diğer rehber arkadaşlarla çay içiyorum, garip bir hareketlilik dikkatimi çekiyor otelde. Kendimi Sultanahmet meydanında sanıyorum bir anda. Otelin lobisini basmışlar sanki Sultanahmet’in sokak satıcıları. Her köşe onlarla dolu. Sahte parfümler, sahte Rolex ve diğer marka saatler, havlu niyetine bile kullanmayacağınız, halı diye yutturulan paçavra parçaları, son yılların yükselen trendi (!) paşmina kaşkollar (tabii ki hakiki paşmina değil), Boss marka (!) çoraplar, Lacoste (!) kazaklar vs. Hayatta en sinirlendiğim şeyler otelin lobisinde etrafımı sarıyor bir anda. “Bu ne ya?” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Rehber arkadaşlarım açıklıyorlar: “Türk Pazarı, Nükhetçiğim, Türk Pazarı. Her hafta Türk Pazarı yapılıyor bu otelde!” Bütün gece, pazarcılar standlarını toplayıp gittikten sonra bile bende her iki lafın biri “Türkiye bu mudur?”

Ben buna ne diyeyim, ne yazayım? Midem kalkıyor. Söyleyecek laf çok ama...

Kendimi gazete okumaya ve televizyon seyretmeye veriyorum. Daha da deliriyorum tabii. Gazetelere bakıyorsun, töre cinayetleri Türkiye’de, Almanya’da. Töreniz batsın! Dünya durmuş sanki ve tüm Türkiye ‘kim kimle çiftleşecek’ programlarına odaklanmış. Türkiye bu mu, Türk gençliği bu mu, Türk kadını, Türk erkeği bu mu dedirten ve çıldırtan programlar.

Cumartesi gecelerimin yıldızı, Okan Bayülgen döktürüyor gene. Kimileri kimi televizyon kanallarını parsellemiş. Yapıştırıyor Okan Bayülgen Gülben Ergen’le ilgili fikrini: “Son zamanlarda entellektüel tulumunu giymeye çalışıyor, ama tulumda bayağı boş yer kalıyor!” Herkesle uğraşır durmadan haklı olarak. Birileri reyting kaygısıyla, gözetlenme evlerinin eski simalarını çağırıp duruyor programına durmadan. Caner’in kendi kafasında bardak kırması mıdır Türkiye? Size Anne diyebilir miyim evinde ‘Bu eve saç bandını ilk ben getirdim’ diyen saldırgan, saygısız ve numaradan ağlama krizlerine giren Seval midir Türkiye? (Okan diyor ki, “Seval’den ‘ilk ampulü bulan benim’ demesini beklemiyoruz elbette ama ‘bu eve ilk saç bandını getiren benim’ diyen birine hemen ambulans çağırmak gerekir.”) Haksız mı? Bir kalite bir kalite. Sadece bununla mı kalıyor bu kalite meselesi? Bütün gün her kanalda bir kadın programları enflasyonu. Rezalet. Müjde Ar Radikal Gazetesi’nde Hızır Tüzel söyleşisinde Kadın sorunlarının sürüyor olmasını konuşurlarken sanatın o anlamda bir işlevi kalmadığını düşündüğünü söylüyor, “Cumhuriyet tarihine bakınca eziyet etmediğimiz, tu kaka etmediğimiz, sanatçı, aydın kalmamış. ‘Türkiye’de sol yok’ diyoruz, solu yerleşik anlamda tartışacak, geniş kitlelere iletecek bütün insanların defterini dürmüşsün, hayata geldiklerine bin pişman etmişsin. Ondan sonra da elbette, yapılan her şey yarım yamalak, temelsiz ve kof olacak. Başka türlü de olmaz” diyor.

Orhan Pamuk’a karşı başlatılan linç kampanyası. Karşı çıkabilirsiniz, haksız bulabilirsiniz, benim gibi tercüme kurbanı olduğunu düşünebilirsiniz. Ben Aziz Nesin’in ‘Türklerin %60’ı aptaldır’ dediğinin iddia edildiği Torbalı’da bizzat o söyleşiyi dinlemiş, böyle ve bu tarzda söylemediğine şahit olan, ertesi gün ilk olarak yerel medyada bu lafı görünce şaşkına dönen biri olarak, bu mesele sonraları tüm Türkiye’yi sardığında da, öyle demedi ama bu lafı haklı çıkartacak şekilde davranıyoruz diye düşündüm hep. Ne olursa olsun, bu tarz linç kampanyaları doğru mu? Bu faşizan tavırlar nedir böyle? Yok etme tehditleri, kaba güç gösterileri. Nedir bu ya? Nedir bu pespayelik?

Ortodoksların denize haç atma törenine karşı alınan tavra ne demeli? Bu kadar mı tarih cehaleti içinde bu insanlar? Bunlar neden tarih gerçeklerini görmezlikten gelip kendi uydurdukları bir tarihin ardına saklanmak isterler. Türkiye bu mudur?

Şarap üreticisi %118 vergiyle karşı karşıya gelince artık saçmalamanın doruğuna vardılar dedim. Bunlar da tarih bilmiyor, ekonomiden anlamıyorlar. İşin ekonomiye vuracağı darbeyi bırakalım bir yana, şarabın bu topraklardaki tarihine dönüp bir bakalım. Ama sen Anadolu’yu yadsırsan, Anadolu Kültürlerini kendi tarihin değil zannedersen, hâlâ 19. yüzyılın şarlatan tarihçileri gibi her şeyi Batıdan gelme zannedersen, diğer tarafın kurgulama Türkçülük tarihleri gibi sen de bir Arap safsatasına tutkuyla yaklaşırsan, ne diyeyim yazıklar olsun! Türkiye bu mudur? Bu mu medeniyetlerin beşiği Anadolu’nun üzerindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin düşeceği durum?

Bu devirde karikatür ceza mı almalı? Demirel yaptı mı böyle şey? En ağır karikatürleri çizdiler üstelik onun için. Özal’ın yaptığı oldu, ama onu sevimli bile kıldı zaman zaman karikatürler. GIRGIR dergisi her zam geldiğinde bir Özal kafası eklerdi para hanesine, hatırlasanıza? Özal karikatürlerini biriktirirdi. Bu devirde olmaz kardeşim böyle şey. Türkiye bu mudur?

Yoksa Serap Davos’ta söylediklerinde haklı mıydı? Ben gene dilime pelesenk ettiğim ‘Türkiye hâlâ mümkün’ sözünün arkasına mı sığınacaktım? Daha neler var neler, kime sorsan bin ah işitirsin de, daha fazla içinizi karartmayalım. Birilerinin sayesinde plâk takıldı, sormadan duramıyorum: Türkiye bu mudur?

Aslında cevabı Perihan Mağden’in bir yazısında buluyorum: “Türklerin anketlerde bu denli mutlu çıkması, bir yalancılık iptilasının son dışa vurumu olabilir mi? Acaba? Mutsuz yalancı yoktur.”

Fotoğraf: Erciyes (Nükhet Everi)

6 Ocak 2009 Salı

Harold Pinter'in Ardından


‘Nobelli yazar Pinter öldü’ haberini okuduğumda elim yazı masamın üzerinde duran, her daim gözümün önünde olmalarından zevk ve kuvvet aldığım bir sürü tiyatro kuramı kitabının arasındaki ‘Harold Pinter Tiyatrosu’ adlı kitaba gitti. Kitabı Stanislavski, Meyerhold, Brecht, Grotowski ve Barba kitaplarının arasından çekip çıkarttım.

Uzun süre kitabı öylece tutmuşum. Düşünüyordum: ‘Nobelli yazar Pinter öldü’. 24 Aralık 2008’de gırtlak kanserine yenik düşen Pinter’in ardından söylenen buydu. Bu kadar basit bir cümle. Pinter’in bana ne ifade ettiğini, onu bilenlere ne ifade ediyor olabileceğini ve basından bu haberi okuyup onu tanımayanlara da ne ifade etmesi gerektiğini düşünüyordum bu cümlenin.

Düşüncelerden sıyrılıp elimde tuttuğum kitabın kapağına baktım. O zamanlar henüz doçent, şimdi ise profesör olan Jak Deleon’un yazdığı bu kitabı görüp aldığımda nasıl mutlu olduğumu hatırladım. Harold Pinter’in kitabın kapağındaki fotoğrafına baktım uzun uzun. Gülümsedim. Bana nedense çok şey anlatan ama Pinter’in ölüm haberiyle basında çıkan fotoğraflardan değildir o fotoğraf.

Bir şeyler yazmam gerektiğini düşündüm ama bir türlü gitmedi elim yazmaya. Günlerce ne yazmalı diye düşündüm. Harold Pinter dünyanın en önemli tiyatro yazarlarından biriydi, 32 oyun, 13 skeç yazmıştı. Senaristti, 24 tane senaryo yazmıştı. Müthiş bir şairdi, çok üretkendi bu alanda da. Düzyazı şeklinde eserler de bıraktı. Oyuncuydu, tiyatro ve televizyon oyunculuğunun yanı sıra tiyatro ve televizyon yönetmeniydi.

Tüm bunlardan başka insan hakları savunucusu idi. 1985’te Arthur Miller’le birlikte 12 Eylül baskısı altındaki aydınlara destek olmak için Türkiye’ye gelmişti. Yakın geçmişte Hasankeyf’i korumak için kampanya başlatmıştı.

2005 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Ödül töreninde İsveç Akademisi Başkanı Horace Engdahl, Pinter için “Günlük keşmekeş içindeki uçurumları gözler önüne seren ve zulmün kapalı odalarını açılmaya zorlayan bir yazar” demişti.

Pinter’i anlamak için aslında biraz Pinter Tiyatrosu’ndan bahsetmek gerekir.

Harold Pinter 10 Ekim 1930’da Hackney, Doğu Londra’da dünyaya gelir. Çocukluğu işçilerin yaşadığı, yıkılmaya yüz tutmuş evlerin, bir sabun fabrikası ve demiryollarının bulunduğu bir semtte geçer. Savaş yılları çocukluk dönemine denk gelmesine rağmen taptaze anılarla aklındadır. 16 yaşında tiyatro tutkunu İngilizce öğretmeninin yönettiği oyunda Macbeth’i canlandırır sahnede. 1948’de Kraliyet Tiyatro Akademisi’ne bursla kabul edilir.

1951’de profesyonelliğe adım atar ve ilk defa pofesyonel olarak sahneye çıkar. 1957’ye kadar farklı kentlerde farklı tiyatrolarda oyunculuk yapar ve 1957’de ilk oyununu ‘The Room’ (Oda) yazar.

1958’de (daha sonra filme de çekilecek olan) ikinci oyunu ‘The Birthday Party’ (Doğumgünü Partisi) ve 1959’da ‘The Dumb Waiter’ (Git – Gel Dolap) ile yavaş yavaş eleştirmenlerin de dikkatini çekmeye başlar. Filme de çekilen ‘The Caretaker’ (Kapıcı) oyunuyla olumlu eleştiriler, övgüler, ödüller gelmeye başlar. Pinter’in uzun ve kısa oyunları değişik tiyatrolarda sahnelenmeye başlar. Artık ünü dünyayı sarmıştır. 60’lı yıllarda ‘The Homecoming’ (Eve Dönüş), ‘Landscape’ (Manzara) ve ‘Silence’ (Susku) ile Pinter başarısını daha da yukarılara taşır ve ödüller almaya da devam eder.

1970’de Hamburg Üniversitesi’nden Shakespeare Ödülü, Reading Üniversitesi tarafından Onursal Doktor ünvanı alır.

‘Old Times’ (Eski Zamanlar), ‘No Man’s Land’ (Issız Topraklar), ‘Betrayal’ (Aldatma), ‘Family Voices’ (Aile Sesleri), ‘A Kind of Alaska’ (Bir Tür Alaska), ‘Victoria Station’ (Victoria İstasyonu) ile 1970 – 80 arası başarı merdivenlerini hızla tırmanır ve daha pek çok oyunla 2000’li yıllara gelir.

Pinter, Ionesco, Beckett ve Genet gibi ‘Uyumsuz Tiyatro’ yazarları arasında anılır. Fakat tarzıyla ve kullandığı dil ile hepsinden ayrılır. Hatta o kadar farklıdır ki, ‘Pinteresque’ (Pintervari) diye adlandırılmıştır tiyatro stili.

Sırf bu sebeple hakkında ciddi akademik araştırmaları, çalışmaları, ciddi yayınları hakediyor Harold Pinter Tiyatrosu. Ve gene bu nedenle Jak Deleon’un kitabı yeniden gündeme oturuyor ve önem kazanıyor.

Deleon kitabında, Pinter’in tiyatrosunda insanların düşleyip özlemini çektikleri yaşam ile sürdürmekte oldukları yaşam arasında onulmaz bir boşluğun varlığına dikkatimizi çekiyor.

Pinter, tiyatrosunda insanın evrensel yalnızlığını işler. Soyut kavramlarla değil, insan olmanın somut deneyimi ile ilgilenir. Kişileri simgesel değil, gerçek varlıklardır. Entellektüel söylevler verip simgesel atılımlara geçemezler. Pinter gerçeği çarpıtmaktansa gerçekçi bir anlayış içinde sergilemeyi yeğler. Pinter’in gerçekçilik anlayışı sahne diline yeni boyutlar getirmiştir. İlk anda tümü ile mantıksız ve uyumsuz gibi görünen bu dil, aslında sözcüklerin kendilerinin değil, insanların sözlerle birbirlerine yaptıklarının önemli olduğunu kanıtlar. Dil amaç değil, araçtır.

Bir konuşmasında Pinter şöyle der: ‘Oyunlarımda olanlar benim içimde de oluyor.’ Yani Pinter kişileri ile birlikte yaşar, kaygılarını bölüşür.

İşte tam bu noktada durup Pinter’i yeniden okumak ve iyi anlamak gerektiğini düşünüyorum. Yazdıkları aslında gerçek yaşamın, hatta kendisinin yansımasıdır. Doğru ve düzgün insandır, adam gibi adamdır, insan gibi insandır.

Pinter Tiyatrosu’nun özü: ‘Yaşamayı sürdürmek ve yaşamı kırbaçlayan istemi yadsımamaktır’.

Harold Pinter hakkında detaylı bilgi için:
http://www.haroldpinter.org/

Faydalanılan kaynak: Jak Deleon ‘Harold Pinter Tiyatrosu’

1 Ocak 2009 Perşembe

2009'a Mektup



2008'i bir veda yazısı ya da bir sene öncesinden yapılmamış işlerin bir sonraki seneye boca edildiği güya istek listesi tarzı bir arzuhalci mektubuyla bitirmektense, zaten hep harcanan, heba edilen yeni yılın ilk gününde yeni yıla bir mektup yazayım dedim.

Bunu neden düşündüğümü ya da bunun nereden aklıma geldiğini hemen aktarayım.

Bilirsiniz, genelde insanlar bir yılın bitiminde öyle veya böyle bir bilanço yaparlar ve bir sene öncesine kadar ne olmamışsa bunu yeni yıldan beklerler. Bir sene boyunca ne yapamamışlarsa yeni yıldan talep ederler. Bunu genelde hepimiz bir şekilde yaparız.

Bunu düşünürken aklıma 'Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır' deyiminin hikâyesi geldi. Bilir misiniz? Hatırladığım kadarıyla anlatayım: Çok eski zamanlarda Mart aslında 30 gün sürermiş. O kadar soğuk geçermiş, o kadar canından bezdirirmiş ki insanları, hepsi gitsin diye dualar edermiş. Gene böyle bir sene, Mart yapmadığını bırakmamış insanoğluna. Son gün artık herkes isyan etmiş ve hepsi yüksek sesle bağıra çağıra, göbek atarak, dans ederek 'yaşasın, gidiyor, bu son gün, yarın Nisan geliyor, kurtuluyoruz senden, keşke bir daha gelmesen' nidalarıyla Mart'ın gidişini kutlamaya başlamışlar. Mart çok bozulmuş. 'Ben size gösteririm' demiş ve gidip Nisan'ın kapısını çalmış. Nisan'a sormuş: 'Nisan kardeş, bana çocuklarından birini verebilir misin? Bir işim var bitiremedim. Onlardan biri bana lâzım.' demiş. Nisan da neden diye sormamış ve bir çocuğunu ona vermiş. Ertesi sabah Nisan geldi zannedip sıkı giyinmeyen, ateş yakmayan insanlar buz gibi bir Mart gününe ve gün boyu süren fırtınalara, kara ve soğuğa uyanmışlar. Kapıdan bakan içeri kaçıp evde ne bulursa yakıp ısınmaya çalışmış. Mart da intikamını almış olarak ertesi gün yerini Nisan'a bırakmış. O günden beri de Mart 31 gün sürermiş.

Ne alâka demeyin. Ben de şöyle düşündüm. Vızırdamayacağım, şikâyet etmeyeceğim, getirdiğiyle götürdüğüyle, kattığıyla eksilttiğiyle sonuçta yaşandı koca bir yıl. Bana gene de herşey için teşekkür etmek, olanlara aynanın öbür yanından bakmak yakışır diyorum. Onu uğurlamama sebebim yukarıdaki masalda saklı.

2009 geldi. Hoşgeldi!

Değişik olacağını gelişiyle belli etti. Normalde son derece heyecanlı, hareketli ve hazırlıklı bir şekilde karşılarım yeni yılı. Bu sene hazırlıklı olmasına hazırlıklıydım. Şampanyasına kadar herşey hazırdı da, yeni yıla girilen anda, 'a girmişiz' dedim yalnızca. 'Bu sene şunları yapacağım, bunları yapmayacağım' gibi bir liste hazırlamadım. 'Ay, sene sonuna kadar şu kitabı bitireyim, ilk olarak bu kitabı okuyayım' falan da demedim. Kırmızı don olayına girmedim. Kimseye hediye almadım. Normalde yapmadığım bir şey yaptım, bir mesaj yazıp sevdiğim herkese yolladım cep telefonumdan. Bunun öncesinde ve sonrasında bayağı bir mesaj geldi.


Evet, 2009. Biliyorum herkesin senden beklentileri var, herkesin talepleri var. Sen de her sene gibi 31 Aralık'ta uğurlanacak, yerini başka bir yıla bırakacaksın. Seni hemen unutup yenisine sarılacak insanoğlu. Bu doğal döngü. Şimdi herkes seni çok seviyor çünkü herkes bir umut, bu sene daha iyi olacak diyor. Ben işin felsefesine girmeden, olacak olanların ve bizi bekleyenlerin evrensel açılımını yapmadan direkt senden beklentilerime gireyim istersen. ;-)

Sevgili 2009...

* Ben öncelikle artık maddi açıdan iyi bir yerde ve durumda olmak istiyorum.

* İşlerimle ilgili planların düzene girmesini, işlerin planladığımız gibi gitmesini istiyorum. (Bu konuyla ilgili olarak 2008 girişimi başlatma yılıydı, nasıl kızayım 2008'e? Girişimlerin aksiyona dönüşme yılı da 2009 olacak. Nasıl beklentim olmasın?) Yani demem odur ki, kafamdaki epeyce bir planı projeyi hayata geçireyim artık sayende. Bu projeler belli; kendime ait turlarım, senaryo projelerim, film projelerimiz, Mardin projelerim, kadınlarla ilgili projeler, diğer sosyal içerikli projeler, kitap projelerim.

* Özel hayatımla ilgili biliyorum ki, her ne olacaksa benim için çok güzel olacak ve hayırlısı olmayacaksa yüce alem beni öylesine bir korumaya alır ki, o yüzden sana söylemek istediğim, sen de haliyle benim için iyisini bilirsin ve getireceksindir. :)

* Benim senden en büyük arzum, talebim, beklentim aslında hayvanlar, çocuklar ve çevreyle ilgili. 2008 utanç yılı oldu bence insanoğlu için. Haydi bir 'mucize' yarat da, insanoğlu hayvanlara, çocuklara, çevreye ve dünyaya daha saygılı ve duyarlı olsunlar. Bu sene bizleri şaşırtsınlar.

* Bu sene artık taşınayım. Kendime ait yaşamım ve evim olsun, eskisinden de güzel olsun. :)

Ben senden umutluyum 2009. Sessizce girdin hayatıma. Hoşgeldin! Güzellikler ve bereketinle geldin, ben eminim bundan.

Şaşırt bizi 2009!

Hoşgeldin!
Resim: İman Maleki

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails