27 Ocak 2013 Pazar

Oradan, buradan, havadan, sudan - 20

Bugün sohbet edesim var gene biraz.

Mutfakta oturuyorum, çay içiyorum. Gazete okudum mutfakta. Çok önemli bir şeymiş gibi yazıyorum ama önemli işte. Uzun zamandır böyle keyif yapmadığımı fark ettim.

Koşturmacadan başka bir şey yok. Ama ortada bir şey de yok aslında. Hani tur dönemi olur (sezon lafını sevmiyorum, Türkiye'de 12 ay sezondur aslında, olmalıdır) turdan tura koştururum, vakit bulamam bir şeylere anlarım, öyle de değil.

Aslında bayağı yoğun bir zamandan da geçmedim değil. Mardin kitabım çıkmak üzere. Beni bilenler yazmanın benim için ne ifade ettiğini de gayet iyi bilirler. Mardin kitabı süreci farklı bir süreç oldu hayatımda. Tahmin etmediğim kadar uzun sürdü. Tahmin etmediğim kadar yordu ama bir o kadar da mutlu etti beni.

Onca yılın birikimini bir kitapta toplamak çok zor ama bir o kadar da harika bir süreçti. Artık kitap son aşamasında ve bir hafta sonra falan baskıya gider. Mutluluktan ölüyorum. Çok güzel oldu kitabım. Tam istediğim gibi, okunmak için, okunası ve asla yanınızdan ayırmak istemeyeceğiniz bir kitap oldu.

Baskıya gitse büyük bir yük kalkacak omuzlarımdan aslında. Neden mi? Çünkü her saniye bir şey görüyoruz, bir şey buluyoruz eksik, gedik, yanlış vs. Kolay değil. Rehber kitap, hem de sıradan bir rehber kitap da değil öyle alışılagelmiş.

Valla dün yayıncım da bir ara neredeyse isyan etti: "Yazsaydın şayet, şu ana kadar üç romanını basmıştım senin" dedi. Haklı valla...

Çok detaylı bir iş oldu. Hata olmasın, yanlış olmasın diye ne editler geçirdi bilseniz. Eh, sonuçta bir belge bırakacağız bu kitapla. Belki akademik bir kitap değil gibi görünse de, oldukça akademik bir tarzda çalıştım bu kitap için. Son derece ciddi bir iş çıktı ama bir o kadar da keyifli, neşeli bir Mardin kitabı.

Bu maraton sürerken ben bir yandan da Pargalı İbrahim Paşa romanımı yazmaya devam ediyorum.

Bu roman, bir kurgu roman. Paralel evrenler teorisini içinde barındıran bir şey. İbrahim Paşa Sarayı'nın dehlizlerinde 16. ve 21. yüzyıllar arasında geçen bir hikâye.

Bir de diğer yazılar var. Ahmet Güneştekin'in "Yüzleşme" sergisindeki eserlerden esinlenerek yazdığım "Güneşe Yazılan Yazılar" yazı dizisi. Aslında en çok yoran onlar oluyor beni ama müthiş de bir zevk alıyorum yazmaktan. Bu yazıların hepsinin uzun bir hazırlık süreci var. Mesela bu dizinin 5. yazısı olan "Zîn'in Güneşi" için Ehmedê Xanî'nin "Mem û Zîn" eserini iki kere okuduğumu biliyor musunuz?

Deneme yazısı yazmak zor iş aslında. Ama benim en sevdiğim tarz. Fakat çok da çabuk tüketilen bir tarz. Okuyup geçiyorsunuz. Düşünmüyorsunuz, örneğin yazılardan birinde birkaç cümle gibi görünen bir duanın aslında bir Yezidi duası olduğunu ve benim buna ulaşmak için nasıl araştırmalar ve çalışmalar yaptığımı...

İşte tam da bu nedenle, 12 bölüm olmasını planladığım "Güneşe Yazılan Yazılar" bittiğinde, bir müddet için deneme yazılarına ara verip, uzun süredir derleyip topladığım ve içlerinden bazılarını seçip ayırdığım deneme yazıları dosyama bu 12 yazıyı da koyup bir kitap haline getirmeyi düşünüyorum. Her ne kadar bazıları böyle bir şeyi doğru bulmasa da bence çok doğru bir karar. Bu tarz yazıların bir arada olduğu kitapları ben çok severim.

Yorgunluğun bir başka nedeni de yeni bir çalışma sistemi başlıyor bu sene benim için. Bu da beni müthiş heyecanlandıran ve mutlu eden başka bir konu. Konulu kültür turlarım olacak çok çok bundan sonra. Onlar için yapılan hazırlık safhası da uzun ve yorucu ama bir o kadar da keyifli tabii.

Mutfakta yazmak gibi bir fantezim olmuştur hep ama bir türlü de yapmadığım, yapamadığım bir şeydir. Nedendir bilmem ama gider yazı masamda yazarım habire. Bayağı yazarım da aslında, bakmayın siz bana. Kaptırdım mı, ortam mortam dinlemem. Başımda davul çalsanız gene yazarım. Her ortamda yazarım, yazabilirim.

Bugün gazete okumak geldi içimden akşam eve dönünce ve sabah evden çıkarken okuduğum bir röportajı yeniden okumak aşkıyla yanıp tutuşarak bütün günü geçirdim ve eve döner dönmez mutfakta bir elimde çay fincanı, bir elimde gazete okudum o röportajı ve gene "alıp başımı gidesim var".

Benim bir tespitim var. İnsanlar neden ya da nasıl bir ruh haliyle dövme yaptırır biliyor musunuz? Bence travmaların ardından (travmalar sonsuz şekillerde ve boyutlarda olabiliyor) yaptırıyor insanlar dövme. Benim dövmemi görseniz anlarsınız ne demek istediğimi. Ama kiminle konuşsam aynı sonuca varıyorum, sorduğum soruların sonunda da onlar "aaaa" diyorlar çünkü kendileri de travmanın farkına varıyorlar. (Genç kızlığımda psikiyatrist olmak en büyük hayalimdi) Benim dövmem, havadan yere düşen bir kumaş parçası düşünün, uçarak süzülerek düşüyor ve üzerinde Ermenice harflerle "Hrant" yazıyor.

Bu "alıp başımı gidesim var"larım da benim buna benzer bir şey. Onu fark ettim. Genelde travma olmasa bile bazı üzüntü, hayal kırıklığı vs. gibi durumlar sonrası ortaya çıkıyor bende.

Hele hele şu röportajı okuduktan sonra nasıl da "alıp başımı gidesim var" bir bilseniz.

Yirmili yaşlarımın başlarında "teenager" döneminden çıkmanın bunalımını yaşadığımı hatırlıyorum. Otuzlu yaşların ilk iki senesi tam felaketti. Sonra tadını çıkarttım otuzların. Kırkların havası müthişti, dibine kadar yaşadım diyebilirim. Ama şimdi ellilerin en başlarında artık çok daha farklı bakıyorum her şeye.

Nasıl mı? Bir kere inanılmaz derecede küçülmek istiyorum. Her şey fazla, ağır ve yük gibi geliyor. Ne bulursam veriyor ya da atıyorum. Belgelerimi tarayıp iPad'ime yüklüyorum. Kütüphanem yerinde dursun ama ıvır zıvır, kâgıt, belge, şu, bu... Neyse bu atma ve azaltma işlemi aynı şekilde kıyafetler için de geçerli. Daha hâlâ bayağı şey var atılacak ya da verilecek.

Bunun dışında hep sırt çantamı, iPhone, iPad, bilgisayar ve başımı alıp gitmek istiyorum.

Yazmak istiyorum, devamlı yazıyorum çiziyorum. Bu da beni mutlu ediyor.

Ama şu "alıp başımı gidesim var"lar yok mu, ah işte onlar çok fena çeliyor aklımı, çok fena...

Ben Mardin'de yaşadım ve gene yaşarım gerekirse. Ama metropol kadınıyım ben, bunu biliyorum. O sebeple de ani bir kararla (aslında uzun uzun düşündüm de bu konuyu, o kadar ani değildi, etrafa aniymiş gibi geldi) İstanbul'da olup, merkezi İstanbul'a alıp buradan etrafa dağılmaya karar verdim.

Ege'yi fena halde özlediğimi fark ettim. Uzun zamandır Güneydoğu'ma takılıp kaldım ve memleketin diğer yerlerini ihmal ettim, biliyorum. Asla Güneydoğu'mdan vazgeçmem, geçemem. Ama biraz daha her tarafa gene gitme vaktidir...

Alıp başımı gidesim var be...

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails