10 Ocak 2009 Cumartesi

Bir Yazının Anımsattıkları


Bugün sevgili arkadaşım, dostum ve meslektaşım İlknur'un blogundaki 'KAR' yazısı bana bir şeyleri anımsattı, sizlerle paylaşmak istedim. Aslında mesele kar ve şehir, özellikle İstanbul. Ama bu konu beni bambaşka bir yere götürdü. 2003 senesinde Davos'ta yaşadığım bir olayı hatırlattı bana İlknur'un yazısı ve benim o yaşadığım olay üzerine yazdığım bir yazıyı. Ama bakın sonunda benim yazı nerelere gidiyor ve kaç sene önce yazılmış ve düşünün bakalım ne değişmiş?


Ne yazık ki, hâlâ bu yazı güncel. Paylaşmak istedim sizlerle... Fikirlerinizi bekliyorum, tv programlarının adları ve turizmin dibe vurması dışında değişen ne var?



TÜRKİYE BU MUDUR?


Tarih: Haziran 2003. Yer: Davos.

Hava serin ama güneşli. Bir kahvenin bahçesinde Gülçin, Gürsel, Serap ve ben oturuyoruz. Gözümde gözlüklerim başımı geriye doğru atıp koltukta biraz kaykılıp bacaklarımı uzatmış güneşin burnumu gıdıklamasının keyfini çıkartıyorum.

Serap sessizliği bozuyor: “Bunlar halletmiş işi. Huzur boyutu burası vallahi. Ben burada yaşayabilirim.” Diğer kızlar da onaylıyorlar.

Beynimden vurulmuşa dönüyorum birden. Yerimde hızla doğrulup, gözlüklerimi çıkartıp hepsinin gözlerinin içine tek tek ve kötü kötü bakarak: “Ben asla yaşayamam. Delirdiniz mi siz?” diyorum. Biliyorum, hepsi bana bakarken asıl benim delirdiğimi düşünüyorlar.

“Olur mu, bir düşünsenize” diye devam ediyorum, “Bu adamların hayatı ne kadar sıkıcı. Sabah kalk, işe git, akşam eve dön, hayat garanti, iş iyi, paran kıymetli. Düşünecek bir şeyin yok. Bunlar Allah bilir ya, başbakanlarının adını bile bilmiyorlardır. Ben böyle yaşayamam, ne o öyle robot gibi? Sabah uyandığında hemen ‘aman bugün borsa ne olacak, hükümet düşer mi, akşama bizim başbakan halâ başbakan mı, işe yetişebilecek miyim, eve vaktinde dönebilecek miyim, trafik tıkanmış mıdır, benzin zam görecek mi bu hafta, maaşım beni ay sonuna kadar idare eder mi’ gibi soruların sorulmadığı bir ülkede, adrenalinin Istanbul gibi tavan yapamadığı bir şehirde yaşayamam ben, kusura bakmayın!” deyip, gözlüklerimi takıp arkama yaslanıyor ve burnumu güneşe bırakıyorum.

Bana hak verir gibi yaptılar, güldürler falan ama eminim ‘delirdi’ diye düşündüler. Ben de onların Davos’ta huzurlarını bozmuş olmanın getirdiği zevkle sadistçe sırıttım. Ama gözlerimi göremedikleri için gülümsüyorum sanmış olmalılar.

Hani bugünlerde herkes konuşuyor ya, Türkiye’nin %49’u mutluymuş, nasıl olur falan diye. Oradan aklıma geldi vallahi. Başka bir niyetim yoktu yani.

Aslında bu yazıyı tetikleyen Antalya Belek’te bir otelde gördüğüm bir olay. Belki bilirsiniz, belki de bilmezsiniz ama Türkiye’nin cennet köşelerinden sayılan Antalya sadece yazın tıklım tıklım dolmaz. Esas gerçek turizm Şubat ayından itibaren Almanların gelmesiyle başlar. Yazın yerini deniz kenarı tatilcilerine bırakıp, Eylül ayından itibaren gene aktif turizm hareketine geri döner. Almanca rehberler de Antalya’ya yollanırlar mecburen. Bir otelde diğer rehber arkadaşlarla çay içiyorum, garip bir hareketlilik dikkatimi çekiyor otelde. Kendimi Sultanahmet meydanında sanıyorum bir anda. Otelin lobisini basmışlar sanki Sultanahmet’in sokak satıcıları. Her köşe onlarla dolu. Sahte parfümler, sahte Rolex ve diğer marka saatler, havlu niyetine bile kullanmayacağınız, halı diye yutturulan paçavra parçaları, son yılların yükselen trendi (!) paşmina kaşkollar (tabii ki hakiki paşmina değil), Boss marka (!) çoraplar, Lacoste (!) kazaklar vs. Hayatta en sinirlendiğim şeyler otelin lobisinde etrafımı sarıyor bir anda. “Bu ne ya?” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Rehber arkadaşlarım açıklıyorlar: “Türk Pazarı, Nükhetçiğim, Türk Pazarı. Her hafta Türk Pazarı yapılıyor bu otelde!” Bütün gece, pazarcılar standlarını toplayıp gittikten sonra bile bende her iki lafın biri “Türkiye bu mudur?”

Ben buna ne diyeyim, ne yazayım? Midem kalkıyor. Söyleyecek laf çok ama...

Kendimi gazete okumaya ve televizyon seyretmeye veriyorum. Daha da deliriyorum tabii. Gazetelere bakıyorsun, töre cinayetleri Türkiye’de, Almanya’da. Töreniz batsın! Dünya durmuş sanki ve tüm Türkiye ‘kim kimle çiftleşecek’ programlarına odaklanmış. Türkiye bu mu, Türk gençliği bu mu, Türk kadını, Türk erkeği bu mu dedirten ve çıldırtan programlar.

Cumartesi gecelerimin yıldızı, Okan Bayülgen döktürüyor gene. Kimileri kimi televizyon kanallarını parsellemiş. Yapıştırıyor Okan Bayülgen Gülben Ergen’le ilgili fikrini: “Son zamanlarda entellektüel tulumunu giymeye çalışıyor, ama tulumda bayağı boş yer kalıyor!” Herkesle uğraşır durmadan haklı olarak. Birileri reyting kaygısıyla, gözetlenme evlerinin eski simalarını çağırıp duruyor programına durmadan. Caner’in kendi kafasında bardak kırması mıdır Türkiye? Size Anne diyebilir miyim evinde ‘Bu eve saç bandını ilk ben getirdim’ diyen saldırgan, saygısız ve numaradan ağlama krizlerine giren Seval midir Türkiye? (Okan diyor ki, “Seval’den ‘ilk ampulü bulan benim’ demesini beklemiyoruz elbette ama ‘bu eve ilk saç bandını getiren benim’ diyen birine hemen ambulans çağırmak gerekir.”) Haksız mı? Bir kalite bir kalite. Sadece bununla mı kalıyor bu kalite meselesi? Bütün gün her kanalda bir kadın programları enflasyonu. Rezalet. Müjde Ar Radikal Gazetesi’nde Hızır Tüzel söyleşisinde Kadın sorunlarının sürüyor olmasını konuşurlarken sanatın o anlamda bir işlevi kalmadığını düşündüğünü söylüyor, “Cumhuriyet tarihine bakınca eziyet etmediğimiz, tu kaka etmediğimiz, sanatçı, aydın kalmamış. ‘Türkiye’de sol yok’ diyoruz, solu yerleşik anlamda tartışacak, geniş kitlelere iletecek bütün insanların defterini dürmüşsün, hayata geldiklerine bin pişman etmişsin. Ondan sonra da elbette, yapılan her şey yarım yamalak, temelsiz ve kof olacak. Başka türlü de olmaz” diyor.

Orhan Pamuk’a karşı başlatılan linç kampanyası. Karşı çıkabilirsiniz, haksız bulabilirsiniz, benim gibi tercüme kurbanı olduğunu düşünebilirsiniz. Ben Aziz Nesin’in ‘Türklerin %60’ı aptaldır’ dediğinin iddia edildiği Torbalı’da bizzat o söyleşiyi dinlemiş, böyle ve bu tarzda söylemediğine şahit olan, ertesi gün ilk olarak yerel medyada bu lafı görünce şaşkına dönen biri olarak, bu mesele sonraları tüm Türkiye’yi sardığında da, öyle demedi ama bu lafı haklı çıkartacak şekilde davranıyoruz diye düşündüm hep. Ne olursa olsun, bu tarz linç kampanyaları doğru mu? Bu faşizan tavırlar nedir böyle? Yok etme tehditleri, kaba güç gösterileri. Nedir bu ya? Nedir bu pespayelik?

Ortodoksların denize haç atma törenine karşı alınan tavra ne demeli? Bu kadar mı tarih cehaleti içinde bu insanlar? Bunlar neden tarih gerçeklerini görmezlikten gelip kendi uydurdukları bir tarihin ardına saklanmak isterler. Türkiye bu mudur?

Şarap üreticisi %118 vergiyle karşı karşıya gelince artık saçmalamanın doruğuna vardılar dedim. Bunlar da tarih bilmiyor, ekonomiden anlamıyorlar. İşin ekonomiye vuracağı darbeyi bırakalım bir yana, şarabın bu topraklardaki tarihine dönüp bir bakalım. Ama sen Anadolu’yu yadsırsan, Anadolu Kültürlerini kendi tarihin değil zannedersen, hâlâ 19. yüzyılın şarlatan tarihçileri gibi her şeyi Batıdan gelme zannedersen, diğer tarafın kurgulama Türkçülük tarihleri gibi sen de bir Arap safsatasına tutkuyla yaklaşırsan, ne diyeyim yazıklar olsun! Türkiye bu mudur? Bu mu medeniyetlerin beşiği Anadolu’nun üzerindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin düşeceği durum?

Bu devirde karikatür ceza mı almalı? Demirel yaptı mı böyle şey? En ağır karikatürleri çizdiler üstelik onun için. Özal’ın yaptığı oldu, ama onu sevimli bile kıldı zaman zaman karikatürler. GIRGIR dergisi her zam geldiğinde bir Özal kafası eklerdi para hanesine, hatırlasanıza? Özal karikatürlerini biriktirirdi. Bu devirde olmaz kardeşim böyle şey. Türkiye bu mudur?

Yoksa Serap Davos’ta söylediklerinde haklı mıydı? Ben gene dilime pelesenk ettiğim ‘Türkiye hâlâ mümkün’ sözünün arkasına mı sığınacaktım? Daha neler var neler, kime sorsan bin ah işitirsin de, daha fazla içinizi karartmayalım. Birilerinin sayesinde plâk takıldı, sormadan duramıyorum: Türkiye bu mudur?

Aslında cevabı Perihan Mağden’in bir yazısında buluyorum: “Türklerin anketlerde bu denli mutlu çıkması, bir yalancılık iptilasının son dışa vurumu olabilir mi? Acaba? Mutsuz yalancı yoktur.”

Fotoğraf: Erciyes (Nükhet Everi)

5 yorum:

Aydan Atlayan Kedi dedi ki...

En çok bağıranın sesi duyulur hep ve en hafif olan yüzeydedir, görünür olandır. Ben Türkiye'nin bu olduğuna inanmak istemiyorum. Derinde çok daha değerli birşeylerin gizli olduğuna inanmak istiyorum. Ve onların bir gün görünür olacağına... Yoksa tüm bu saçmalıklara karşı savaşıyor olmanın anlamı kalmayacak. Teslim olmak ve kabul etmekten korkuyorum. O yüzden inatla ve ısrarla diyorum ki: "Hayır Türkiye bu değildir, olmamalıdır, olmayacaktır da."

Bu enfes yazı için seni alnından öpüyorum Canım Nükhet...

Nükhet Everi dedi ki...

Katılıyorum... Zaten bu yazdıklarım Türkiye'nin ne yapılmak istendiği ile ilgili aslında. Ben de bu konuda kendimce bir savaş veriyorum. Sen de ben de asla bu savaşı terlk etmemeliyiz, edemeyiz! Ben hâlâ 'Türkiye hâlâ mümkün' diyorum.

ilknur dedi ki...

Ahh be Nünücüğümmm, Keşke ben de hala inanarak Türkiye hala mümkün diyebilsem. Diyorum ama artık içim inanamıyor bir türlü. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyorum ama olmuyor işte. Yaşadığımız sosyal, kültürel ve ekonomik erozyon, insanlarda değer meğer bırakmadı. Herkeste bir şark kurnazlığı ki, sorma gitsin! Beni en çok korkutan ve nefret ettiren de bu zaten...Bu arada canım arkadaşım, ben Ilgaz'dan döndüm...Artık evdeyim. YArın turum var, 12'sinden sonra görüşelim.iko

Nükhet Everi dedi ki...

Keşke benim de turum olsa. Çok sıkıldım artık ya... Şekerim evet haftaya görüşelim. Bu arada çok incesin evet 12'sinden sonra...

sezgi dedi ki...

2003ten beri Türkiyenin aynı yerinde sayması üzücü gerçekten de...Türkiyenin gelişmesi için bizlerin(gençlerin)saçma sapan şeylere kapılmak yerine kendi sorumluluklarının bilincinde ayakları sağlam basan,Türkiyede ve dünyada olan herseyden haberdar olan bilinçli bireyler olmamız lazım.Çünkü bu ülke zamanı gelince bize emanet edilecek.ama açıkça söylemek gerekirse ben kendı çağımdan fazla memnun değilim..tabii içimizde çok iyiler var onlara sözüm yok ama hayal dünyasından çıkamayan saçma sapan şeylere takılıp kendı yasamında bir hiç olan birçok insan var..onlara acıyorum..ben yeterine kendımı yetiştirmeye çalışıyorum tabiiki benimde hatalı oldugm anlar oldu oluyorda ama ben Atatürke layık çalışkan,bilgili,üretken,ülkesine yardımı dokunan bir birey olacam.SÖZ VERİYORUM...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails