2 Eylül 2008 Salı

Oradan, buradan, havadan, sudan - 7

Sabahtan halledilmesi gereken işlerimi halledip Cihangir'e gittim. Kızımı görmeye...

Kızımı pek iyi görmedim açık söylemek gerekirse. Gene salmış kendini, hiç yemek yemiyormuş. Fatih zorla da olsa yediriyormuş, yoksa ı-ıh... Ben gittiğimde yıkanmış, kurulanmış pufur pufur kafesindeydi, fakat tam da serum verildiği anda gittim yanına. Halsizdi, keyifsiz gibiydi.

Kızımı sevdim okşadım. Sallanıyor, garip hareketler yapıyordu. Fazla dayanamayıp yukarı çıktım. Timur'la konuştum. Timur beni o kadar iyi tanıyor ki, iki saniye içinde ağlamaya başlayacağımı, kendimi bırakacağımı bildiği için dikkatli konuşmaya çalışıyor. Öte yandan bir hekim olarak hep mantıklı ve asla umudunu yitirmeyen biri.

Ben kendimi o kadar çaresiz hissettim ki, haliyle gene ağlamaya başladım. Çok kötü bir duygu içinde çıktım ve İRO'ya (İstanbul Rehberler Odası) gittim. Eşyalarımı bırakıp, Emel hanımla biraz sohbet edip çıktım. Açlıktan ölüyordum, aslında canım da bir şey yemek istemiyordu ama hep kulağımda Timur'un o sözleri: 'Kendini bırakma, kendine bakman lâzım!' Bir şeyler yeme kararı aldım.

En yakın yer Anette Café. Orada bana vegan sandviç yapıyorlar. Gittim, Erkan'la biraz sohbet ettik. Sandviç'im geldi.




Daha önce de yazmıştım, içine zeytin ezmesi, salata yaprakları, domates ve salatalık koyuyorlar. Harika... Tam benlik.

Sonra biraz kafamı dağıtmak amaçlı İstiklâl Caddesi'ne gittim. Biraz sağa sola bakınır ve belki günlerdir almayı düşündüğüm Orhan Pamuk'un yeni romanı Masumiyet Müzesi'ni alırım dedim. Sağa sola bakınacak halim yoktu. Hemen İstiklâl Kitapevi'ne kırdım dümeni. Yer gök Orhan Pamuk...




Hemen bir tane aldım. Aslında geç bile kalmıştım. Normalde Orhan Pamuk kitapları piyasaya çıktığı gün gider alırım. Ama gene de ilk baskı ya, önemli olan o. Ben bir ilk baskı delisiyimdir.

Ara yollardan İRO'ya geri döndüm. Biraz maillere baktım, filmimizin yönetmeniyle telefonlaştık, yarın toplantımız olacak. Almancacı bir rehber arkadaşım Şafak geldi. Şerif Yenen (TUREB ve İRO başkanı), Şafak ve ben biraz sohbet ettik.

Sonra gene köşeyi dönüp veterinere gittim. Lady uyuyordu. Gerek diğer kedicikleri gerekse Lady'yi irite etmemek için yanına girmedim. Sabaha göre daha iyi olduğu umuduyla biraz orada kalıp Timur'la sohbet ettim. Lady'nin çaresiz bir durumda olduğunu düşünmememi istedi, ama eve de veremem, bir krize girerse o halde görmeni istemem dedi. Zaten onu şu durumda eve çıkartmak cinayet olur, biliyorum. Orada ellerinden gelenden fazlasını yapıyorlar, bundan da adım gibi eminim. Ama kızım hiç yemek yemediği için zayıflamış gene. Zaten bir damla bir şey... :(

Umut dünyası. İyileşmesini umuyorum tabiî ben de... Seviyorum seni kızım, hem de çok!

Oradan da çıktım ve sabahtan beri gözüme takılan bir ayrıntının fotoğrafını çektim.






Bu araba yıllardır Cihangir Parkı'nın kapısının önünde öyle durur. Lastikler inmiş vs. Kimse ne gelir, ne ilgilenir, ne bir şey yapar. Artık mahalledeki bazı (!) gençlerin burasına gelmiş, camı çerçeveyi indirivermişler. Çok eğleniyorlardı. Feci bir nesil geliyor. Ben fotoğrafladığımda pek bir vukuat yoktu. Ama veterinere girerken ve bu fotoğrafı çektikten sonra gördüklerim bana çok seneler önce ABD'nin değişik yerlerindeki varoş mahallelerinde yaşanan, bazı filmlere de konu olan olayları, tavırları hatırlattı.

Neyimiz taklit değil ya bu memlekette? Delireceğim...

Cihangir'in bir diğer adı nedir? Cihangir Kedi Cumhuriyeti...

Buyurun size Kedi Cumhuriyet'inden birkaç fotoğraf...





Anne kedi, yavrusunu daha emin bir yere götürüyor...







Kedi besleme noktası... Duvardaki kırmızı yazıya dikkat!

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails