10 Ağustos 2008 Pazar

Yüzleşmeler - 2 (Olmazsa Olmazlarım...)

Benim yalnızca bu bloguma girenlere:

Ben yalnızca bu blogla sınırlı değilim... Ben yazdıklarıyla, yaptıkları ettikleriyle varolan bir kişiyim. Buyurun benim siteme ve diğer bloglarıma da bakın. (Sağ kolonda hepsinin adresi vardır efeeeeem!) Buyurun pek çok yerde yayınlanmış onlarca yazımı okuyun, ondan sonra bu blogun keyfini çıkartmaya başlarsınız.

Çünkü beni gerçekten tanımayan, bu blogdan da birşey anlamaz diyorum... ;)

Bu blog, yazma serüveni sürecinde başımdan geçen, köşeye kenara not etmek istediğim şeylerle dolacak zaman içinde. Aslında bir nevi akıl defteri...

Bu blog, yazma serüveni sürecinde yazılarıma alamadığım her türlü şeyin girebileceği bir kurtarılmış bölge, bir Sevgili Günlük...

Bu blog, gönlümü labirentlerin içine serpiştirme, sembollerin ardına sokuşturup saklıyormuş gibi yapmak olan yazma serüveni sürecinde duyduğum o ağrıyı, sızıyı, acıyı, sancıyı en aza indirgeyecek bir sanal doktor...

Yıllar önce bir yazı yazmışım, dün baktım neler değişmiş diye... Bazı şeyler değişmiş evet, ama bazı şeyler hiç değişmeden aynı kalmış...

Buyurun, aşağıya o yazıyı alıyorum ama bugüne uyarlayarak... Bu bir oyun. İyi eğlenceler...


OLMAZSA OLMAZLARIM...


Gelin bu hafta bir oyun oynayalım. Var mısınız? Yaz günlerinde eğlencelik olur. Oyunumuzun adı: Olmazsa olmazlar...

Oyunun kuralları çok basit. Biraz düşünüyorsunuz, hayatınızdaki olmazsa olmazlarınızın bir listesini yapıyorsunuz.

Ne bu dediniz değil mi? Hemen burun kıvırıp küçümsemeyin. Bu basit kuralları olan, çok kolay gibi gözüken ama oldukça zor bir oyun. Her şeyden önce sonsuz bir dürüstlük gerektiriyor.

Unutmadan; oyunun kurallarından biri şu: Listenizde, anne, baba, evlât, karı, koca, sevgili, evdeki kedi, kuş, köpek hatta okumak gibi zaten olmazsa olmazların yeri yok.

Yani, iyice düşünüyor ve hayatınızda mecburiyetten ya da gönülden olmazsa olmazların dışında, hayatınızın bir parçası olmuş olan ve belki de sizi siz yapan, ya da sizlikten çıkartan, belki de bu oyunu oynama kararı aldığınız ana kadar farkında bile olmadığınız şeyleri yazıyorsunuz listenize.

Sonuç? Bu size kalmış. Kendinizle yüzleşeceksiniz. Kendinizi analiz edeceksiniz. Kendinizi çözecek, belki başkalarını ve çözemediğiniz pek çok konuyu daha iyi anlayacaksınız... Artık onunla ne yapmak isterseniz yaparsınız... Size kalmış tabii bu.

Bunu kimseye göstermeniz gerekmez. Gizli kalabilir, ama ben son derece dürüst davranarak ve kendimi piyon olarak ortaya atarak size bir örnek oyun oynuyorum. Benim analizimi sizler yapabilirsiniz.

Oynayın bu oyunu, oyunun sonunda ne demek istediğimi anlayacaksınız...

Haydi kolay gelsin, ben denize dalıyorum. Buyurun...

Aklıma geldiği gibi yazıyorum, belli bir sıralama, hele hele önem sıralaması asla yok!



Mardin: Sebebini çözemediğim bir tutku. ‘Bu şehir olmazsa yaşayamam’ gibi hissettiğim iki şehirden biri. Her dakika görmek, gitmek için bahaneler yarattığım tek yer. Benim onu sevdiğim kadar, onun da beni sevdiğine inandığım şehir.




İstanbul: Doğduğum, büyüdüğüm şehir. Her gün kızdığım, isyan ettiğim, ama 1 km bile uzaklaşsam hemen özlemeye başladığım, her şeye rağmen yaşamaktan çok mutlu olduğum, deli gibi sevdiğim yer. Her yeni gün ile yepyeni bir yanını keşfettiğin sevgili...



Çiçek Bar ve Yakup 2: Benim için Istanbul gecelerinde gidilesi iki yer. Biri Türkiye’nin en iyi barı, diğeri de en iyi meyhanesi. Bana göre... Ama başkalarına göre de!


Cunda Adası: Kuzey Ege aşığı benim mutlu olduğum yerlerden biri. Bu olmazsa olmazın içinde mutlaka ama mutlaka Deniz Restaurant da var tabii ki ve mezeleri.


Halikarnas Balıkçısı: Beni ben yapan, (inanın abartmıyorum) her şeyimi borçlu olduğuma inandığım, Nazım Hikmet’in “Şakir, büyük şairdir. Hiçbirimiz onun ayarında klâsik manasıyla, lirik anlayışla şair olamadık.” Şadan Gökovalı’nın da “Ne mutlu Balıkçı’ya ki Anadolu’su, ne mutlu Anadolu’ya ki Balıkçı’sı var...” dediği adam.



Robert DeNiro: Bence dünyanın en büyük oyuncusu. İdolüm.




Kırmızı şarap, çay ve salata: Kırmızı şarap olmadan olmaz. Ama iyi bir şarap olmalı. Benim tercihim her markanın Cabarnet-Sauvignon’ları yönünde. Bütün gün çay içerim ve salatasız yaşayamam.



Zeytinyağı, yeşil zeytin, soya peyniri ve kendi yaptığım ekmekler: İyisi için kilometreler katetmeyi göze alabileceğim, hatta aldığım şeylerin başında gelir zeytinyağı. Bu konuda favorim Adatepe Zeytinyağı. Yeşil zeytinin iyisini tercih ederim. Evde ve elde yaptığım ekmeklerime doyum olmaz. Düşünsenize, iyi bir zeytinyağı, yeşil zeytin ve esmer ev ekmeği. Of, yeter de artar bile. Hayat budur işte. Bir de vegan olduğum için mutlaka ama mutlaka soya peynirim. O benim hayatımı şölene çevirenlerden...









Kediler: Tabiatı tüm mevcudatı ile kucaklamayı her geçen gün biraz daha öğreniyorum ama kediler her zaman ilk sırada. Aralarında fark gözetmeden hepsini seviyorum ve gönül isterdi ki, hepsi benim olsun! Evdekilerin yanı sıra (Lady Macbeth ve Othello) sokaktakilerin hepsi benim.





Beyaz mumlar: Doğal ışık olduğu için belki, her an yakmaktan ve seyretmekten zevk aldığım şey. Beyaz ve kokusuz mumlar.


Kuaförüm: O her zaman çok ‘in’ , benim yıllardır kuaförüm ve pek çok kişi için ‘en iyisi’: Yıldırım Özdemir. Bir gün bana, ‘burası senin evinin salonu gibi’ demişti. Gerçekten öyle. Saçımı kesmez ya da taramazsa mutsuz olduğum, saçımı kendisinden başka kimsenin elleyemediği sanatkâr kuaför. Saçlarım kötüyse, yapılı değilse, bilin ki, kuaföre gitmemişimdir. Ben de ellemem. Öyle dursun daha iyi! Kimse dokunamaz! Yıldırım'ın salonundaki Musa hariç...

Veterinerim: Tam 11 yıldır tanıdığım, onlarca insanı yönlendirdiğim, canım arkadaşım, sırdaşım ve kedilerimin sevgili veterineri Yasin. O olmasaydı ne yapardım inanın bilmiyorum. O bence dünyanın en iyi veterinerlerinden...

Blue-jean, t-shirt, çanta, puşi: Rahatlığı ve her yerde kullanılabilmesi nedeniyle blue-jean’lerim, nereleri gezdiğimi ve sevdiğimi gösteren ve resmen konuşan(!) t-shirtlerim, ve benim gibi bir kadını toparlayacak ve her yolculuğunda yanında mutlaka olması gereken malzemeyi alabilecek, özenle seçtiğim çantalarım, Urfalılar ve Mardinliler kadar iyi bağladığım söylenen ve bu nedenle bazı kişilerin bana ‘hanım ağa’ demesine sebep olan puşilerim olmadan kendimi asla rahat hissedemem.

Doğal kumaşlar: Türkiye’nin tüm kumaş pazarlarını dolaşıp büyük bir aşkla topladığım doğal kumaşlar, eşarplar, puşiler, yatak örtüleri, masa örtüleri vs.

Cam eşyalar: Bir cam delisi olduğum söylenebilir. Camdan yapılmış her şeye takılırım. Evi cam eşyalarla doldururum. Eski, yeni fark etmez, yeter ki hoşuma gitsin, ilgimi çeksin.

Converse: Herkesin benimle bütünleştirdiği, kırmızı ve beyaz converse'lerim olmadan asla.. :))))

Arto Tunçboyacıyan ve Hüsnü Şenlendirici: Bu adamların müziğini dinlemediğim gün kendimi kötü, hem de çok kötü hissediyorum. Hayatımın, ruhumun bir parçası oldular artık. Hayatta başıma gelen en güzel şey onlar. Ciddiyim... Onların müziği olmadan aslaaaaa...
























Yazmak: Son yıllarda yazmadan yapamayacağımı anlamış olmanın tatlı ruh hali içindeyim. Yazmıyorsam yokum... Bunu beni okuyup fikirlerini benimle paylaşanlara da borçluyum ama kimse kusura bakmasın, mütevazı olamayacağım bu konuda. Ben iyi yazdığımı biliyorum. En sevdiğim yazılarımı da sitemde biraraya getirmeye çalıştım. Son yazım 'Benim Filmimin Müziğini Sen Yap Müzik Tanrısı' bir düzyazıdır, bir deneme yazısıdır. Arto Tunçboyacıyan'ın 'Gülerken Ağlıyorum' adlı parçası için yazılmıştır. Labirent, sembol vs doludur ama gönlümü ve ruhumu sonuna kadar açtığım ve içimi en çok yaralayan, canımı en çok acıtan, kendimi en çok hırpaladığım yazım olmuştur. Kısa bir süre o yazının üstüne bir şey yazmak istemiyorum... :)


İşte böyle, bu yukarıdakiler olmazsa olmaz inanın. Ben olamam belki de. Bunlar beni enerjileri ile besleyen, yenileyen, soluk aldırtan şeyler.

Haydi, buyurun siz de oynayın. Beğeneceksiniz. Başkalarına da oynatın. Bakalım neler keşfedeceksiniz kendi dünyanızda ve belki de başkalarının dünyasında. Ama tekrar ediyorum, ana, baba, kedi, köpek ve hele hele ‘boş zamanlarımda kitap okumak’ demeyin. İnsanlar boş zamanlarında kitap okuduklarını söylüyorsa, asla inanmam, o kişi okumuyordur hiç. Kitap zaten okunmalıdır ve olmazsa olmazlar listesine giremez oyunumuzda. Anlaştık mı?


Eski yazı burada bitiyor... Ama ben eski yazıyı alıp üzerine şimdiki olmazsa olmazlarımı oturttum.

O zamandan bu zamana neler değişmiş? Aradaki farka bakalım isterseniz:

Mardin, İstanbul, Çiçek Bar ve Yakup 2, Cunda Adası, Halikarnas Balıkçısı, Robert DeNiro, Kırmızı şarap, Çay ve Salata, Zeytinyağı, Kediler, Beyaz Mumlar, Kuaförüm, Blue-jean, T-shirt, Çanta ve Puşi, Doğal Kumaşlar, Cam Eşyalar aynen gene listede...

Listeye bu sefer girenler:

Yeşil Zeytin, Soya Peyniri, kendi yaptığım Ekmekler, Veterinerim, Converse, Arto Tunçboyacıyan ve Hüsnü Şenlendirici, Yazmak...

Burada normal bulduğum ama bana garip gelen bir şeyler yok değil...

Tamam, ben o yazıyı yazdıktan bir müddet sonra vegan olduğum için yeşil zeytin, soya peyniri ve ekmekler tamam da; Converse tutkum da zaman içinde çok tavan yaptı eskiden beri sevmeme rağmen, ama o zaman veterineri nasıl olmuş da atlamışım? O hayatımın en önemli parçası, çünkü benim için önce kedilerim sonra dünya. Hele yazmak? Okumakla aynı kategoriye koyup atlamışım herhalde. Halbuki okumakla yazmanın hiç ama hiç alâkası yok. Yazmadan yaşayabilecek insan çoğunlukta. Arto ve Hüsnü de son yıllarda tutku ötesine geçtiler hayatımda o da tamam...

Bir de listeden elenenlere bakalım:

DKNY parfümüm, Mısır Çarşısı, yemek yapmak ve çilav, Coca-cola ve KAFE SİYASET

Vegan olunca yemek stilin değişiyor, coca cola da ya içmiyorsun ya da olmazsa olmazlığını hepten yitiriyor, çilav da eskisi kadar aramadığım bir şey, Mısır Çarşısı beni eskiden çok büyülerdi, gün geçtikçe azalıyor bu, belki bir gün gene... DKNY parfümüm ise, ne bileyim canım parfüm çekse alacağım tek parfümdür ama olmasa da olur...
Listeden mecburen çıkan tek şey KAFE SİYASET. Eskiden CNN TURK'de pazar günleri sevgili Mete Belovacıklı'nın hazırlayıp sunduğu, pazartesi günü manşetlere taşınan, haftanın olayı hatta ayın, yılın vs olayı niteliğini kazanan, siyasetin gündemini değiştiren konuların olduğu, hayatımda bana en çok heyecan veren tv programıydı. Metecim şimdilerde ATA TV genel yayın yönetmeni ve her cuma 11.00 - 12.00 arası Haber Odası diye bir program yapıyor. O da çok güzel ama Kafe Siyaset'in yeri başkaydı. Mete'ye dikkat edin... Politik bombanın pimini çeken adam derler ona... :)))

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails